Thursday 6 February 2020

KARADENİZ:Trabzon-Rize-Artvin 🇹🇷 2008

90’lı yılların başı... Dia fotoğraf çekmenin, İfsak kurslarına gitmenin ve Kaçkar Dağları’na çıkmanın en zirve yılları. O dönemlerde Kaçkarlar gözüme bir Everest bir K2 gibi gözükürdü. Henüz seyahatlerimin başlamadığı dönemler. Haliyle bırakın yurtdışı, yurtiçi seyahatlerin bile uzaysal ve hayal tadında olduğu zamanlar... O zamanlardan beri aklımızdaydı Karadeniz’e gitmek. Hele bir dönem tank gibi sağlam bir Lada Niva’mız vardı, onunla gidecektik Karadeniz’e; kısmet olmadı. En güzel zamanı Ağustos, onun dışındaki zamanlarda aşırı yağış oluyor diye duymuştuk. O yüzden yıllar yılları kovaladı zaten. Ağustos’un müsaitliğinin peşinde...En ciddi hazırlığımızı 2002 yılı için yapmıştık ama o sene de oğlum dünyaya geldi. Tam 30 Ağustos’ta. 🙏
Öyle böyle derken bizim için Karadeniz seyahatinin kısmeti 2008 yılıymış. Batı kapısını defalarca
arşınladığımız Karadeniz’in bu sefer Doğu Yakası’na gidiyoruz. Trabzon’dan başlayan, Rize ve Artvin hattı boyunca ilerleyen, oradan da Sarp’ı aşıp komşu kapısı Gürcistan’ın Batum şehrine uzanan ve oğlumun 6. Yaşını kutladığımız, ilkokul arifesinde gerçekleşen, tadı hala dimağımda rüya gibi bir seyahat. 
Aşağıda, bu seyahatin memleket hudutlarında kalan kısmı var. Hatay-Suriye seyahatimizde Hatay kısmına, aynen ülkelerde yaptığım gibi bir hafta ayırmış ve Suriye bahsini 1 hafta sonraki Cuma yayınlamıştım. Şimdi Karadeniz’in hatrı kalmasın. Seyahatin akış bütünlüğünü korumak asına Trabzon-Rize-Artvin illerine yayılan
seyahat notlarını aynı başlık altında paylaşmakla birlikte Gürcistan-Batum notlarını ise 28 Şubat Cuma gün paylaşacağım. Bu zaman zarfında kısa postları bu Cuma-Pazartesi-Çarşamba Trabzon için, haftaya Cuma-Pazartesi-Çarşamba Rize, 3. Hafta ise Artvin için paylaşarak tamamlayacağım. 
Her ülke için yaptığım uzun girizgahı bu seyahat için şimdilik es geçiyor ve doğrudan yola revan oluyorum. 😊 Belki bu üç hafta süresinde bu yazıyı güncelleyip söz konusu üç il için kısa bir brifing hazırlayıp buraya ilave eder, İnstagram (seyahatokulu_travelschool) ve Facebook (Seyahatokulu Okulu) sayfalarından da hatırlatma yaparım. 😊
27 Ağustos’ta İstanbul-Trabzon uçuşu ile başlayan, 4 Eylül’de Batum-İstanbul uçuşu ile sonlanan 9
günlük seyahatimizin ilk 7 gününde araç kiralayarak Trabzon-Rize-Artvin yörelerini gezdik. Sarp sınır kapısı üzerinden ulaştığımız Batum’da ise 2 gün geçirdik. 
19 Mayıs tatilinde gittiğimiz Hatay-Suriye seyahati sayesinde zihnimizde yerli yabancı karışık yeni bir seyahat modeli kapısı açılmıştı. Bu sayede o kadar yanıbaşına varınca zaman ve bütçeden de tasarruf ederek komşularımızı da ziyaret imkanı doğmuştu. Bu yeni alışkanlığımızı arayı açmadan bu seyahatte tekrar pratik etme fırsatı bulduk. O vakit Güney’de, Akdeniz’deydik, şimdi ise Kuzey’de, hatta Kuzey Doğuda ve Karadeniz’deyiz. Poyraz, kuzey doğudan esen bir rüzgarın adı. Tam oralara doğru gidiyoruz biz de. Rüzgarımız bol olsun. 
  
Bundan sonrasında günlük notlarıma emanetsiniz.
SEYAHAT GÜNLÜĞÜ 
TRABZON
1. GÜN: 27 Ağustos Çarşamba ( İstanbul - Trabzon/ uçak )
18:45 Pegasus uçağı ile Sabiha Gökçen’den Trabzon’a uçtuk. Pegasus’un “0” TL biletlerinden 3 ay önce bulur bulmaz rezervasyon yaptırmıştım. Sadece vergileri ödeyerek üçümüzün uçak bileti 135 TL’ye maloldu. Seyahat için harika bir mazeret! Bu fiyat gerçekten kaçırılamazdı. Bir de evimizden Küçükyalı sahilde, tam evlendirme dairesinin karşısına denk gelen otobüs durağına yürüyüp, Bostancı’dan kalkan E5 Havaalanı otobüsüne binerek 3 kişi için sadece 5 TL ulaşım bütçesi ile havaalanına gelince gerçekten de keyifliyiz. Gezmeye bayılıyoruz; bir de bu derece harika fiyatlara mal edince kendimle de gurur duyuyorum. 
Uçak yolculuğumuza geri dönecek olursam 20:25 denilen iniş zamanı 20:05 oldu. Hayatımda ilk defa erken inen bir uçak gördüm.😊 1:45 denilen uçuş süresi 1:15 dakika sürdü. Karadenizlilerin çok tezcanlı olduğunu düşünüyorum. 
Budget’tan kiraladığımız Fiesta Dizel araç da kaza yapmış, bize aynı fiyata bir üst kategoriden Fiat Linea verdiler. İşin komiği bize aracı teslim edecek olan Avis Trabzon ofisinden Köksal Bey’in lafa “Size kötü bir haberim var...” diye başlamış olması. Karadenizlilerin çok pozitif olduğunu düşünüyorum. Gerçi onlar açısından kötü bir haber sayılabilir. Daha yüksek fiyata kiralayacakları aracı daha düşük bedelle kullandırmak zorunda kaldılar. Köksal Bey bize Maçka ayrımına kadar eşlik etti. 
Poyraz uçakta pek bir şey yememişti. “Balık isterim” deyince Maçka’yı geçtikten sonra Altındere
isimli bir alabalık tesisinde durduk. Arkada aynen bizim deremiz gibi ses getiren suni bir çağlayanın döküldüğü havuzda balık kaynıyor. Biz de çay istedik; yokmuş ama demleriz dediler. “Kalsın o zaman “ dedik. “Çayımızın üstüne yoktur “ deyip ısrar ettiler. Karadenizlilerin çok misafirperver olduğunu düşünüyorum. Balıkla birlikte nefis bir salata geldi. Poyraz bir güzel yedi; bitirdi. Hatta soğanlı, domatesli salatadan da yiyip (ikisini de pek yemez) bizi şaşırttı. Çocuk dediğini gerçekten acıkıncaya kadar yemeye zorlamamak gerek demek ki. Tüm bunlardan sonra bizim çay geldi. Ama nasıl geliş. Önce bir nihale getirdiler. Sonra üzerine “Osmanlı Ocağı- Reşo Yakıtı “ denen bir tür kamp ocağı konuldu. Üzerine de çaydanlıklar oturtuldu. Bu kadar beklemeye biz de üçer bardak çay içtik. Poyraz da bize katılıp 2 bardak da O içti. Koca çay bizim için demlenmiş, 8 bardak içtik, daha çay var ama saat 22:00 olmak üzereydi; kalkalım dedik. Pansiyondan da merak edip aramışlardı zaten. Bir alabalık,
bir su, bir salata ve bir demlik çaya 11 TL verdik; çıktık. İstanbul’da üçümüzün ancak 1 bardak çay içeceği ğ böyle bir yemek ve servis almak muhteşem. 
Bir de tuvalet konusu var. Çay hazırlanırken dişimi fırçalamak istedim ve lavaboyu sordum. Gösterdikleri yerde hakikaten de sadece lavabo vardı. Hani tuvalet demeye utanıp yerine lavabo deme alışkanlığında olanlara duyurulur. Karadeniz’e yolunuz düşerse ihtiyacınız ne ise onu sorun. Aksi takdirde sizi sadece lavabo olan yere getirirler ve siz de meseleyi detaylandırmak zorunda kalabilirsiniz.😊
Saat 22:30 gibi pansiyonumuza ulaştık; ası Kayalar. Odamız çok büyük. 1 double, 1 tek yatak var. Bir de ayrı bir oda içinde tek yatak. 1 tane teras gibi geniş bir balkon bir de ufak bir balkon var. Amma velakin bu geniş odamızın bir eksisi var. Banyo ve tuvaletin bir arada olduğu kısımdan çok fena koku geliyor. Anlaşılan buralarda oda içi banyo-tuvalet çok da iyi birşey değil. Koridorda bir de ortak banyo-tuvalet var ve onda koku yok. Belki de bizim odadakinin bir sorunu vardır. 
Açıkcası lokantada neden bir de tek başına lavabo olduğu şimdi bana anlamlı geldi. Sadece el, yüz yıkayacakları bir de boş yere hela kokusu çektirmeyelim diye düşünmüş olabilirler. Herhalde yapılırken planda olmayan, sonradan ilave edilmiş bir tuvalet olsa gerek. 

2. GÜN: 28.08.2008 Perşembe 
( Trabzon Sümela Manastırı - Gümüşhane Karaca Mağarası - Uzungöl) 
Altındere Milli Parkı’nın sis inmiş dağlarına bakarak yazıyorum. Yanımızdan dere akıyor. Sanki bir şelalenin yanındaymışız duygusu veren ve hiç dinmeyen bir su sesi ile uyudum; uyandım. Uzun süredir ilk kez saat 07:00’de çakı gibi gözlerimi açtım. Dağ havası insanı dinçleştiriyor olmalı. Zira aylardır yataktan çıkmamak adına çarşafları tırmalayarak uyanırken bugün “ Oooo daha çok erkenmiş, biraz daha uyuyayım.” diyerek yatakta zorla vakit geçirmeye çalıştım. 
Kahvaltıya indiğimizde diğer misafirler çoktan yemiş, bir tek biz kalmışız. Ev sahibemiz Neriman Hanım önce içinde 4 zeytin, 5-6 doğranmış salatalık halkası ve tereyağından oluşan bir tabak getirdi. Fiyat verirken “Kahvaltı dahil” denilen bu mu? diye iç geçirirken masamız için tek büyükçe bir tabak ev yapımı erik reçeli getirince içime biraz su serpildi. Derken tavanın içinde cozur cozur tereyağında pişmiş mis gibi yumurta gelince “Allah” demeye başladım. Üstüne bir de ince doğranmış domates ve biber gelince iyice sevindik oldum. Sobanın üzerinde demlenen çaylarımızı kendimiz doldurduk. Poyraz zorla da olsa beyaz peynirini yedi, iki bardak da çay içti. 
Neriman Hanım’ın iki yetişkin kızı ve okuyan bir oğlu var; Trabzon’da yaşıyorlar. Eşi emekli olunca 11 yıl önce burayı yazlık olarak inşa etmişler. Fakat o kadar çok odası, labirent gibi giriş çıkışları,
merdivenleri var ki yazlık olarak bırakmak bu kadar çok odalı bir ev için gerçekten de yazık olurdu. Pansiyona çevirip, iki yıl önce de web sitesi yapmışlar. Akıllıca! Zira ben web siteleri kanalıyla onları buldum. Mayısta sezonu başlatıp Eylülde okullar açılıncaya kadar çalıştırıyorlar. Pansiyonun yeri çok güzel, ev güzel, kahvaltı süper. Sadece bizim odamızdaki tuvalet kokusu kötüydü. Geceliği 80 TL nakit. Kredi kartı normalde yok ama olur da bir nakit sıkışıklığı yaşanırsa az ötedeki Altındere Köyü’nün bakkalından kart çekimi yapıyorlar. 
Pansiyonun yanındaki Altındere şırıl şırıl akıyor. Buradan, Sümela’nın bulunduğu Altındere Milli Parkı’na ulaşmak araçla 10 dk. Parkın içine girdikten sonra, manastıra yaya ya da araçla ulaşmak mümkün. Araç yolu 3 km ama yol dik, kıvrımlı; yaklaşık 20 dakika alıyor. Açıkcası 2 noktada ki ilki çıkarkenki Manzara Noktası diğeri de inerken köprülerden birini geçince gördüğünüz manastır manzarası gerçekten büyüleyici. 

Yaya yolu yaklaşık 45 dakika tırmanış. İniş bunun yarısı kadar sürüyor. Fakat tırmanış için ciğeri ve kalbine güvenen yola çıksın. 
Manastıra ulaştığımızda birileri kemençe çalıyor, pek çok kişi lazcaya benzer tınıyla şarkı söylüyor, birileri de horon tepiyordu. Meğerse onlar laz değil Yunan’mış. Kökeni Rum-Pontus dönemine kadar uzananların kimbilir kaçıncı kuşak çocukları... Ağustos’ta Meryem Ana’nın ölüm yıldönümü ve dolayısıyla anma günü varmış. Böyle güruh halinde Yunanistan’dan gelip, anma etkinliği yaparlarmış. Çok güzel bir görüntü. 
 


Bu arada bilet fiyatı neredeyse Müzekart’ın yarısı kadar bir para olduğu için hemen oracıkta müzekartlarımızı alıp öyle manastıra girdik; gezdik. Çıktığımızda az öncekilere bir de tulumcu eklenmişti ve oyun devam ediyordu. Poyraz ile ben yaya yolundan indik. Çıkarken sis vardı ve manastırın o meşhur görüntüsünü görememiştik. İnişte sis dağılmıştı ve yaya yolunda o fotoğraflardan tanıdığımız haliyle Sümela tüm Görkem’i ve ihtişamı ile karşımızdaydı. Akıl alan bir güzellik. 


Aşağıya inince Hotel Büyük Sümela’nın işlettiği çay bahçesinde oturduk. O esnada Poyraz’ı arı
soktu. Sabah erik reçeli sofraya geldiğinden beri etrafta ne kadar çok arı olduğunu ve burada açık havada birşeyler yemenin arılarla mücadeleyi de göze almak olduğunu keşfetmiştik. Ben bu tür bir olaya hiç hazırlıklı değildim ve ne yapmam gerektiğini bilmiyordum. Amonyak bildiğim sürülür ama ne yanımda vardı ne de kafede. Allahtan bir İngiliz bir de Yunan bir çift imdadımıza yetişti ve yanlarındaki arı sokmalarına karşı ilacı sıktılar. Poyraz ağlamaya başlayınca tabii ki etraftaki herkes ilgilendi ve kendi bilgisi görgüsünce birşeyler söylemeye, önermeye çalıştı. Arı sokan yere sıcak bıçak basın, domates sürün, çamur koyun diyenler oldu. Yabancı çiftler ise doğrudan yanlarındaki ilacı kullandılar. Avrupalı ve Türk farkı bu olsa gerek.😊
Poyraz’ın acısı geçtikten sonra etrafı dolaştık. Birkaç güzel hediyelik eşya dükkanı var; bakındık, hamsi şeklinde magnet ve Rize bezinden 3 adet eşarp aldık. 
Arkan arabayla gelince aynı yerde meşhur sütlaçtan yedi. Sütlacın üzerinde o kadar çok rendelenmiş fındık var ki! Neredeyse 1 cm. kalınlığında. Sütlacın bu kadar meşhur olmamasına şaşmamalı. Hem de bu kadar ucuza.
 
 
Buradan Karaca Mağarası’na (Gümüşhane) gitmeyi planladığımız için yemek yemeden yola koyulduk. Saat 14:00. Fakat 20 km. ötede Maçka’ya ulaştığımızda Arkan “Bir şeyler yesek mi” diye konuşuyordu. Ben de “Şöyle acele yenebilecek şeyleri olan bir her olabilir” derken neredeyse o saniye solumuzda “Acele Yemek Salonu” tabelası gördük. 😊 Bu kadar olur. Tam da Maçka Hükümet Konağı’nın karşısında. Ben pilav ve tavuk butu, Arkan pilav, mıhlama ve et, Poyraz da pilav ve köfte yedi; ayran içti. 14 TL hesap verip çıktık acele tarafından. 
Meşhur Zigana Geçidi’nden geçip Karaca Mağarası’na varmamız saat 16:00’yı buldu. Mağara o
kadar tepedeki, sanki gökyüzüne çıktık. Mağara, Gümüşhaneli jeoloji öğrencisi olan olan Şükrü EROZ’un 1983-1990 yılları arasında yaptığı kazılarla ortaya çıkmış; 1996’da da turizme açılmış. Çok güzel bir mağara. 240 milyon yıldan beri varmış. İçindeki sarkıt ve dikitler ise 30 bin yılda oluşmuş. 
Poyraz tepedeki minik kahvehanede 2 tane köpüklü ayran içti. Ben de buranın ürünü olan kuşburnu suyundan tattım. Adı Gümüşsu. Buralarda içme suları çok güzel. İlk gece yemek yediğimiz balıkçıda aldığımız Fatsu da çok güzeldi. Kayalar Pansiyon’da bahçedeki çeşmenin suyu da harikaydı ve Altındere’den geliyordu. 



Gümüşhane’ye 17 km. var. Görmeyi istiyorduk ama saat 18:00 oldu ve Uzungöl’e fazla geç bir saatte varmak istemediğimizden o noktadan geri dönmeye karar verdik. Açıkcası Gümüşhane’ye gidip oradan da Bayburt üzerinden Uzungöl’e harita üzerinden bir yol gözüküyordu ama hem 1 saat sonra hava kararacağı hem de yolun bozuk olabileceği endişesiyle kiralık bir binek araçla yolda belde kalmayalım diyerek tekrar geldiğimiz yoldan geri döndük. Saat 20:30’da Trabzon-Of-Çaykur üzerinden yaklaşık 2.5 saatte Uzungöl’e vardık. Poyraz yolun yarısında uyudu. Biz de Uzungöl manzaralarının meşhur camisine yakın bir restoranda ( Doğa) 2 lahana çorbası, 1 salata, 1 kuru fasulye, 1 pilav ve 3 çaya 20 TL verip karnımızı doyurduk. 
Saat 21:30 gibi gelmeden telefonla rezervasyon yaptırdığımız Cennet Motel’e geldik ve 2 no.lu bungolava yerleştik.  Bungolov çok güzel, TV var, romantik perdeler🥰, banyo temiz; sabun ve şampuan bile var. Pansiyonda duş alamamıştım kokudan, burada aldım. Resepsiyondaki Fatih, otelcilik mezunuymuş. Çok misafirperver. Buranın daha bir işi bilen tarafından işletildiği belli. Broşür ve kartları var. 


3. GÜN: 29 Ağustos 2008 Cuma (Uzungöl -Ayder ) 
Cennet Motel yol kenarında. Yolun diğer tarafı ise nehir. Kahvaltı yapılan yer yolun diğer tarafında, suyun yanında. Bu çay dağlardan gelip Uzungöl’e dökülüyor. Her yerde size eşlik eden bir su sesi mutlaka var. 
Kahvaltıda tereyağ, bal, zeytin, beyaz peynir ve kaşar peyniri ile domates ve salatalık var. Poyraz bol bol ballı ekmek ve kaşar peyniri yedi. Tabii ki burada ekmeklerin güzelliği ayrı bir övgüye değer. Boşuna iyi fırıncılar hep Karadeniz’den çıkmıyor. Ekmekler adeta kek gibi, tek başına yesen olur. Gerçi hayalini kurduğum mısırlı ekmeklerden henüz çok rastlamadım ama bu ekmekler de çok lezzetli. 
Saat 10:00-12:00 arasında gölü besleyen çayın kaynağına doğru gittik. Baraj gölleri çok güzeldi. Minik kurbağalarla dolu, binlercesi var. ( Benzerlerini 5 ay sonra Kamboçya’da Angkor Wat’ın önündeki gölette de göreceğimi o zaman aklıma bile getiremezdim.) Ardından göle bakan yaylaya çıktık. Manzara çok güzel. Dalından elma ve armut yedik.  Sonra göl kenarında öğle yemeği; Arkan için saç kavurma, bana balık, Poyraz’a ise  pirzola.



Hava önce çok sıcaktı ve derken birden yağmur bastırdı; herkes içeri kaçtı. Biz tente altında kalıp bu nefis havanın tadını çıkara çıkara yemeklerimizi yedik. Bu kadar güzel yeşilliğin arasında yağmuru izlemek başka bir güzel. Çok keyif aldık. 
Cennet Motel’e ödememizi kredi kartı ile yaptık: 100 TL.






Bu arada yaylada Turkcell’in yapma bir ağacı var. Baz istasyonu. Arkan ağaçtan ilk bahsettiğimde “Saçmalama, bu kadar çok ağacın olduğu yerde böyle bir şey yapmaya niye gerek duysunlar “diye bana takılmıştı. Sonra ikimiz de onun baz istasyonu olduğunu keşfedince Turkcell’in duyarlılığını takdir ettik. Saat 16:00 gibi yola koyulduk. 


Yolda Çayeli’nde mola verip çay içtik. Hani kahvenin davetkar bir kokusu vardır ya buralarda da çayın öyle bir kokusu var. Otoyolda giderken bile dışarıdan gelen taze demlenmiş çay kokusunu alıyorsunuz ve bu benim gibi bir çaykolik için tam da cennetin kokusu gibi bir şey.



Saat 19:00’da Ayder’deydik. Birçok otel dolaşıp sonunda Poyraz’ın “Lütfen TV olsun” ricasına göre



rating yaptığımız yerlerden Koru Otel’de karar kıldık. Gecelik kahvaltı dahil 75 TL ve kredi kartı alıyorlar. Yeni bir otel, tamamen ağaçtan bir oda ve çok güzel bir balkonu var. 101 no.lu odadayız.
Odaya yerleşip Eylül restoranda akşam yemeği yedik. Poyraz balık, ben gözleme Arkan da köfte yemeyi tercih etti. Poyraz iki gündür TV seyredemediği için bu gece TV.li odamıza bir an önce dönmek için acele etti. Yüz kere yemeğin gelip gelmediğini, ardından da bizim yemeğin ne zaman biteceğini belki 1000 kere sordu. Çok sıkıldığı için gözümüzün önünde dolaşmasına izin verdik, bir iki kez gözden kaybolduğunda da yandaki dükkanın içine girmişti, bu nedenle biz de rahat rahat yemeğimizi yedik. Sonra bir ara yine göremeyince etrafa bakındım, yola doğru yürüdüm. Benim halimden birini aradığımı anlayan bir karı koca “Çocuğunuzu mu arıyorsunuz? “diye sordu. Şaşırarak “Evet “ dedim. “Az ileride gördük, bir otelin önündeydi. “Kendi kendine “Başardım” deyip duruyordu” dediler. İnanamadım. Yaklaşık 500 metre ötedeki otele kendi başına karanlıkta gitmiş. Hemen fırladım. Otele vardım. Benim için her şey çok çabuk geliştiği için fazla panik olmadım. Arkan ise oturduğu yerden benim konuşmalarımdan sadece birilerinin eliyle yukarıları işaret ettiğini görünce en kötüyü kafasında kurmuş. Nefes nefese otele geldi. Ben Poyraz’a ulaşmadan Arkan’ı aramak istememiştim ama öyle bir yüz haliyle odaya girişi vardı ki! Hayatının korkusunu yaşamıştı belli ki. Masadan öyle bir telaşla kalkmış ki ayağını feci çarpıp incitmiş. Poyraz’a otele gelme nedeni olan Prenses Perfinya’yı ( ki normalde pek de düşkün değildir) seyretmeme cezası verdi. (Sonuçta insan ne kadar titiz ve dikkatli davransa da anne ve baba olarak boş bulunduğumuz anlar olabiliyor.) Üzüldü ama olayı da anladı. Canım oğlumuz sen çok yaşa. Yarın doğum günü. 

RİZE
4. GÜN: 30 Ağustos Cumartesi (Ayder-Fırtına Deresi-Hopa) 
Odamızın balkonundan görülen yayla manzarası ve sabah güneşinin ışığı muhteşem. Bakmaya doyamadım. Dün geldiğimiz saatte de çok güzel bir sis vardı. Aslında böyle kısa kalmak zorunda olduğunuz bir yere akşam üzeri varıp ertesi gün sabahı orada geçirmek çok güzel oluyor. Hem gecesini ve o sıcaklıktaki halini hem de güneşini ve ışıktaki görüntüsünü yani birçok halini görebiliyorsunuz. Bir de gece gelince ertesi gün pencereyi açtığınızda sizin için saklanmış bir sürprizle karşılaşıyorsunuz ki ben bunu çok seviyorum. 
Sabah kahvaltımızı tereyağ, bal, domates, salatalık, kaşar, yayla peyniri, zeytin ve odun ekmeği ile yumurta eşliğinde Ayder Yaylası’na bakarak yaptık. Balımızı da yine bir arı kabilesiyle paylaşmak zorunda kaldık. 


Poyraz akşamdan kalan hasretini gidermek için az buçuk TV seyretti. Ardından biraz etrafı dolaştık. Yeşilliklerin arası kertenkele kaynıyor. Burada dün gezdiğimiz oteller arasında Bukla Butik Otel çok güzeldi. Adeta bir kulüp havasında. Kalabalık gitmek gerek ama yalnız gidilse de onların arasına kaynaşmak mümkün. Fakat rakamlar yüksek ve bize önerilen oda Ayder’in ihtişamını yansıtan bir manzaraya bakmıyordu ve biz de o kadar geç saatte geldiğimiz bir otele bu kadar çok para vermek istemedik. Fakat otelde kalabalık kalıp orada da sohbet, muhabbet, ye-iç yapmak isteyenler için ideal. 


Çarşıda dolaşırken bir bakkala girip Ayder Çayı aldım Serpil Annem için. Bize de siyah Rize Çayı ve Ali’ler için de çay kolonyası aldım. Bir de dayanamayıp bal gibi armutlardan aldım. Bu kadar ballı armut arasından arıların istilasına uğramadan seçim yapmak kadar, seçtiğimi sokulmadan almak ve yemek de çaba gerektirdi. İşin güzel tarafı bakkal kredi kartı alıyor. 

Kavrun Yaylası’na doğru yola çıktık, yol binek araçla gidilemeyecek kadar kötü. Biz de vazgeçtik. Fakat oraya kadar gördüğümüz bile bize yetti diyebilirim. Her taraf zirvelerden dağ yamacı boyunca inip şelaleye dönüşüp toprağa ulaşan kaynak sularla dolu. Cennet gibi bir yer. Ayder boşuna Ayder olmamış. “Şehirleşmeye teslim olmuş” laflarını gelmeden önce çok duyup, bir ara “Acaba programdan çıkarsak mı” dediğim Ayder’i bu laflara itibar etmeyip gelip gördüğüme çok memnun oldum. Evet binalar yapılmış ama sanırım ben kafamda bu laftan hareketle çok daha korkunç bir şey hayallemiş olmalıyım ki gördüğüm bana hiç de kalabalık gelmedi. Hatta çoğu zaman evler, oteller ahşaptan yapılmış, gayet zevkli ve bu doğaya çirkinleştirmekten ziyade güzelleştiriyor. Sanırım bu bir parça da bakış açısı. Ayder o kadar güzel ki doğanın bu güzelliğini biz insan olarak ne yapsak gölgeleyemeyiz gibime geliyor. 

Öğle civarı dönüş yoluna geçtik. Fırtına Deresi üzerinde bir köprüde fotoğraf çektirdik. 
  





Sonra Osmanlı Mutfağı isimli bir yerde öğle yemeği için durduk. Yanında üzerinde bayrak asılmış çok güzel bir köprü var. Nehirde de gençler yüzüyor. 



Nihayet sıcağı sıcağına mısır ekmeği yiyebildim. Buralarda Çaykur’un çok çay alım yeri var ve tabii ki sevdiğim dem çay kokusu her yeri sarıyor. Poyraz, yıkanan çocuklara çok imrenince rafting yapmaya karar verdik. Fırtına Rafting’te rehber Erdoğan eşliğinde rafting yaptık. Çok ama çok keyifliydi. Hele verdiğimiz yüzme molası harikaydı. İlk defa bir nehirde yüzdüm. Saat neredeyse 18:00 olmuştu ve hava kapalıydı ama hem vücudumuz kürek çekmekten çok ısınmıştı hem de su ılıktı ve yüzmek bizi serinletip, ferahlattı, asla üşüme hissetmedik; bayıldık. Poyraz’ın keyfine diyecek yok. “Bir daha, bir daha” deyip durdu. 





Saat neredeyse 18:30. Yemek de yiyip yola çıkalım dedik. Ben çayla birlikte mıhlama aldım; enfesti. Poyraz ve Arkan da muhteşem bir biftek yediler. Poyraz Feruma isimli 1 aylık bir Husky ve küçük bir çocukla 1 saat oynadı. Feruma’ya bir şeyler atıp durdu, O da Poyraz’ın attıklarını alıp alıp O’na getirdi. Tabii ki Poyraz bu numaralara ve Feruma’ya bayıldı ve Feruma’yı da bizimle alıp götürmek istedi. 


Saat 20:00 gibi yola koyulduk. Saat 20:30 olmadan Hopa’daydık. 3 yıldızlı Terzioğlu Otel’in 205 no.lu odasını tuttuk. Deniz manzaralı, TV’li, şampuan ve sabunu olan ve hatta saç kurutması bulunan odamız için kredi kartı ile 80 TL ödedik; havalara uçtuk. Hatta Selena’nın yeni sezon bölümüne ve Poyraz’ın sabahtan beri sözünü ettiği Garfield 2’ye yetiştik ve ailecek Garfield seyrettik. İyi ki doğdun oğlum!




Ardından Poyraz uyuyunca Arkan ile birlikte Charlize Theron’un Trap isimli filmini seyrettik. Oldum olası gezilerimde günün yorgunluğunu otel odasında bir film seyrederek çıkarmaya bayılmışımdır. 
ARTVİN
5. GÜN: 31 Ağustos Pazar (Hopa-Karagöl-Yusufeli ) 
Kahvaltımızın ardından biraz Hopa turu yaptık. Yakıt aldık. Neredeyse 800 km.yi 95 TL ile yapmışız. Hedefimiz Borçka üzerinden Karagöl ve Camili. Borçka sonrası özellikle Karagöl’e ayrılan 5 km.lik orman yolu çok zorlayıcıydı. Neredeyse yürüsek aynı sürede varırdık herhalde. Yolun geriliminden manzaraya bile doğru dürüst bakamamışım. Vardığımızda kasmaktan karnımın ağrıdığını farkettim.


Göle vardığımızda sisten etrafı pek anlayamadık ama ne bekliyorduk bilememekle birlikte göl bana “Bu mu yani” dedirtti ilk etapta. Üstelik yolun zorluğunu düşününce vardır bir hikmeti ama ne acaba demekten kendimi alamadım. Geçen Sümela’ya giderken balık, salata ve demlik çaya 11 TL vermişken burada küçük demlik çaya 7.5 TL istediler. Bu kadar yolu gelip sisten göremediğimiz manzara karşısında, yağmur da yağmaya başlamışken çaya bu kadar para istemelerini kazık bir hareket olarak gördüm. Tesis o kadar basit ki; karnınızı doyuracak bir şey de yok. Göl sis pus içinde ama görünen kısmı adı gibi kapkara. Gök de öyle. Yer gök karışmış durumda. Çayı demlettik, içebildiğimizi içtik, içemediğimizi de yanımda getirdiğim termosa aldık. 



Karagöl’de sabah otelde de gördüğüm Kanadalı turistler ve Türk rehberleri ile karşılaştık. Yusufeli, Barhal’ı; İşhan Kalesi, Altıparmak Kilisesini gezmemizi ve yaylalara çıkmamızı önerdi. Tüm bunları yapıp akşama Hopa’ya dönebileceğimizi söyledi. Biz hedefimiz Camili olduğu için rotamızı gölden sonra da orijinal plan şeklinde uygulamaya kararlıydık. Bu arada hava açtı, göl görünmeye, müthiş renkler ortaya çıkmaya başladı. O an geldiğimize değen bir manzara karşımıza çıktı. Belki böylesi de hoş oldu. Burada sis işin bir parçası. Sümela’ya giderken de öyle olmuştu. Hiçbir şey göremeden çıkmış çıkmış ve dönüş yolunda sis açında manzarayı tüm ihtişamıyla görmüştük. 
Camili yolunda da aynı sis devam ediyor. Göz gözü görmüyor adeta kış gibi bir hava. Yoldan geçen araç neredeyse yok gibi. Sadece koyunlar ve çoban...




Camili’ye yaklaşırken Milli Park Koruma Kulübesi’ni görüp durduk, bekçiye yolu sorduk. “İster enin, ister enmeyin. Ama aşağısı çamur. Yol yapımı yüzünden. Yok desem yalan olur.” Dedi. Çok şekerdi, bizi buyur etti, çay içelim dedi. Biz teşekkür edip, sadece bir tuvaleti kullandık ve ayrıldık. Bu havada Camili’ye varıp bir şey göremeyeceğimiz ve ayrıca yolda kalma riskini de değerlendirince sevgili Maçahel ziyaretimizden vazgeçmeye karar verdik. Borçka’da Ekmek Teknesi adında bir yerde yemek yedik ve rehberin söylediği meşhur Yusufeli’ne doğru yola koyulduk. 





 

Akşam 21:30 gibi Poyraz yolda kustu ama ne kusma. Tabii ki bu arada biz de henüz şu gidip, o kadar yeri görüp bir de Hopa’ya geri döneceğimiz Yusufeli’ne hala varamamışız. Yani artık dünyanın 7 harikasını görecek olsak bile tek istediğimiz temiz bir otel, banyo ve yatak. Poyraz’a manzarayı daha rahat görmesi için yükselti yapmış ve bunun için de havluları kullanmıştım. Kusmuk deryasından tüm katlanmış havlular, üzerine örttüğüm mont, koltuk ve paspas da nasibini aldı. Oğluşum uyumadan önce karnım ağrıyor demişti de biz de çok şeker yediği için olabilir diye yorum yapmıştık. Haliyle göz açıp kapayıncaya kadar geleceğimizi düşündüğümüz Yusufeli “Kaf Dağı’nın arkasına” saklandığı için bir türlü varamadığımız ufukta, geçmeyen zamanda Poyraz da haliyle bir şeyler yiyerek
oyalanmıştı. Fakat şeker işin bir parçası olsa bile asıl rol geçtiğimiz binlerce kavis ve virajda saklı olsa gerek. Tıpkı Lübnan’da Petra’ya ulaşmaya çalışırken gittiğimiz yol gibi. Sanki hiç bir yere gitmiyor, başka bir gezegende dolanıp duruyoruz. Allah’tan Poyraz kustuğunda bir köyden geçiyorduk; durduk. Arkan bütün kusmuklu şeyleri ve Poyraz’ı camiye götürüp çeşmesinde yıkadı. Ben de arabayı temizledim. Cami kalabalık. Yarın Ramazan’ın ilk günü. Yani ilk teravih namazı için toplanmış halk. Saat 10:30 gibi Yusufeli’ne vardık. Garanti olsun diye en iyi oteli sorduk. Haşatımız çıkmış bir şekilde Barcelona Otel’in 201 no.lu odasına yerleştik. Odada doğru dürüst şampuan, sabun yok. Havlular keçe gibi ve gri renkte. Oda için 150 TL ödedik ve bence hiç haketmiyor. Bina ihtişamlı sayılır, yüzme havuzu bile var ama içi ve hizmeti koflamış. Poyraz odada da kustu. Haydi, bu sefer de çarşaf, yastık vs. Nihayet Poyraz uyudu ben de çamaşır yıkadım. Dönüşe daha 3 gün var ve en azından kurumasa bile kusmukla değil de temiz nemiyle kalsın çamaşırlar. Bu arada çok ilginç bir yere geldiğimizin farkındayız ama ne var ne yok diye bakacak durumda değiliz; yorgunuz. Biraz da rehbere kızgınız. Bu kadar mı yanlış zamanlama verilir. 

 

6. GÜN: 1 Eylül 2008 Pazartesi (Yusufeli - Hopa ) 



Bugün sonbaharın ve Ramazanın ilk günü. Poyraz’ı iki sene emzirince hamilelik ve emzirme süresince oruç tutmamıştım. Sonrasında tekrar başladım. İnsanların “Aaa sen oruç mu tutuyorsun?”
diye şaşırdıkları bir tipmişim.😊 Gerçi “oruç tipi” nasıl oluyor ki ben o tipin dışında kalıyorum? Namaz kılmam ama nedense çocukluğumla ilgili yarattığı o nostaljiden ötürü oruç tutmayı seviyorum. Bunu dini duygulardan ziyade bir kültür olarak algılayıp tutuyorum. Özellikle oğlum dünyaya geldikten sonra gerek günlük ritüelde yer  alan gerekse de bayram gibi özel zamanların duygusunu yaşamaya ve yaşatmaya daha bir özenir oldum. Bu nedenle evde sap gibi olsam da Ramazan’da oruç tutmak ve o ay süresince iftara eşi dostu davet etmek hoşuma gidiyor. Hele 2 sene önce rekor kırıp tam 18 akşam iftara birilerini davet ederek bu vesileyle uzun süredir görmediğim arkadaşlarımla bir araya gelme fırsatı bulmuştum. İstanbul’da en yakınlarınızla bile arzu ettiğiniz sıklıkta görüşmek çok zor. 
İşte ben de “0” fiyat kampanyasının gazıyla, bulduğum ilk bilete sarılınca seyahat tarihimizin Ramazan ayının ilk 3 gününe denk geldiğini farketmemişim. Artık 3 günü seferi yapacağız. 
Poyraz, sabah uyanınca da bir posta kustu. Otelin fiyat-hizmet dengesine sinir olduğumuz için olsa gerek; eşim de “Poyraz da onların yatağına kustu.” şeklinde beni güldüren bir yorumda bulundu. Sanki daha şık ve özenli bir otel olsa kusmuklardan huzursuz olurduk ama şimdi böyle olunca biz de daha rahatız sanki. Doğruya doğru. Evet! İnsan ne kadar hastalıktan da olsa bir yeri kusmuğa bulayınca huzursuz olur. 
Poyraz’ı devam eden kusmuğu nedeniyle kahvaltıda fazla zorlamadık. Çok az da olsa canı çeken birkaç şeyden yedi. Kızarmış ekmek, açık çay...
Kaldığımız oteli çok değil birkaç sene önce Başbakan Recep Tayyip Erdoğan açmış. Açıkcası ülkemizdeki en büyük hastalıklardan birinin emaresini burada görebilirsiniz. “Sürdürememe hastalığı”.  “Bu ne?” diye soracak olursanız, ihtişamla açılan bir tesisin üzerinden bir kaç ay ya da yıl geçmeden dökülüp, aksamasını söylüyorum. Aradan sadece birkaç yıl geçmesine rağmen bu kadar güzel bir yatırımın “Bakarsan bağ bakmazsan dağ olur” şekline sokulmasına sinirlenmemek elde değil. Bunu gece 10:30’da gelip kirli halıları, kararmış havluları ve eksik şampuan ve sabunlarına rağmen geceliğine 150 TL ödeyen bir müşteri olarak değil de bir vatandaş
olarak söylüyorum. Gerçekten yazık! Bir taraftan da şu 150 TL meselesine kafayı taktığımı da itiraf etmeliyim. Yıllar önce çok yakın arkadaşlarımızla Norveç’e gitmiştik. Aylardan Temmuz. Malum “beyaz geceler “ zamanı. Araba kiralamış, o fiyord senin bu fiyord benim” geziyoruz. Gece de olmuyor ya bir türlü, biz de zamanın ucunu kaçırmış durumdayız. Bir bakıyoruz saate geceyarısı olmuş biz farkında değiliz.  Sürekli yol alıp, her gece ulaştığımız şehirde yeni bir otel bakıyoruz. Yine bir gece saatin geceyarısı olduğunu farkederek telaşla otel aranmaya başladık. Sabah da saat 06:00’daki feribota bineceğiz. Yani neredeyse 5 saat uyumak için 1 günlük otel parası vereceğimiz bir yer arıyoruz. Güzel bir yer bulduk, feribota da yakın. Şimdi geceyarısını geçerken gelmişiz ya biz hemen uyanık Türk Otelci ne yapardı, bunu fırsata çevirir bize kazık atardı düşüncesi ile resepsiyondaki adamın söyleyeceği rakamı heyecanla bekliyoruz. Geçmiş zaman rakamları hatırlamıyorum ama diyelim ki geceliği 50 Krone olsun. ( O zaman henüz Euro birliği olmamıştı.) Adam bu rakamı söyledi ama hemen ardından da dedi ki “Gece
22:00’den sonra verdiğimiz odalarda %40 indirim uyguluyoruz. Yani oda fiyatı 30 Krone. Buna kahvaltı da dahil.” Ne bekliyorduk, ne bulduk! Tamamen şok olduk ama biz de duruma çabucak adapte olduk. Yüz bulmuşuz astar istemesek ayıp olur diye hemen lafa giriştik. “Biz çok erken uyanıp feribota gideceğiz. Kahvaltı alamayacağız; bunu da fiyattan düşelim.” Adam aynen şöyle dedi: “Evet, ilk feribot saati normal kahvaltı saatimizden önce ama sorun değil, ben size o saatte kahvaltı hazırlatırım.” Vay canına! İşte bu arkadaşlar. Biz aslında daha az para verme derdinde değildik. Güne kahvaltıyla başlamayı kim istemez! Fakat yapamayacağınız bir kahvaltıyı da ödemek can sıkıcı değil mi? Bize hem geç geldiğimiz için indirim yapılıyor hem de sadece 4 kişi için özel kahvaltı hazırlanıyor. İşte ben buna hizmet derim, medeniyet derim, insanlık derim. O tarihten beri Norveçlileri seviyorum, onlara saygı ve hayranlık duyuyorum. Adamlar boş yere en gelişmiş ülkelerin başında gelmiyorlar. Şimdi örneği yurtdışından verdim diye kendimizi de toptan yeriyor değilim; elbetteki bizde de az önce söylediğim örnekleri yapan yerler olabilir. Geç girişler için özel bir politika oluşturmak bence çok hakkaniyetli, erken gidecek müşteri için özel kahvaltı hazırlamak ise gerçekten “sıradışı , özel bir müşteri hizmeti” sunmaktır.
Dün bir türlü git git varamamamız ve kusma hadisesi nedeniyle Yusufeli dün gözümüzde “olmaz olsun” durumuna gelmişti. Bugün ise, boğa güreşi bile yapılan, rafting, treking başta olmak üzere tam bir doğa sporları cenneti olduğunu öğrenince bu yeri bugüne kadar nasıl olup da duymadığımıza şaşıyorum.   
Sabah resepsiyondaki görevliyle görüştüğümüzde dün rehberin söylediği yerleri dahi bir günde gezemeyeceğimizi anladık. İnanamıyorum. Dün öğleden sonra Karagöl’den buraya gelip, her yere görüp, akşama da Hopa’ya tekrar dönmek. Gerçekten bizimle dalga geçilmiş. Gerçi zaman konusundaki bu yanılgı olmasa da buraya gelmezdik ve göremezdik, orası da bir gerçek. Keşke 1 günümüz daha olsaydı da keyfini çıkarabilseydik. Fakat bugün Hopa’ya geri dönmek zorundayız. Yarın Batum’a geçmemiz gerek. 
Gezilecek yerleri tartıp sonunda Barhal’daki Altıparmak Kilisesi’ne gitmeye karar veriyoruz. 


31 km.lik yolu 1 saati aşkın bir sürede katettik. Yol çok güzel. Fakat çok riskli. Gerilmekten yolun güzelliğinin tadını doyumunca çıkartamıyorsunuz. Kiliseye vardığımızda orada dünkü Kanadalılarla karşılaştık. İşin komik tarafı kilise kapalı! Neredeyse 20 saat önce görmek için yola çıktığımız yer kapalı! Harika! Kiliseyi camiye çevirmişler ama ortada imam da yok. Her şey kapalı. Cami yapılmış olduğunu söylenmese anlamak zor, dış görünüş tamamiyle kilise. Faal bir yer olduğunu da söylenmese anlamak zor. Her yerde otlar bürümüş. Avluda, duvarlarda... Kilisenin hemen yanında, pencere pervazları rengarenk boyanmış çok sevimli, minicik bir ilkokul var. 1 hafta sonra okul açılacak olmasına rağmen hiç bir hareket yok, kapısında kilit var. Biraz etrafını gezdik, fotoğraf çektik; sonra da dönüş yoluna geçtik. 
 




Önce Yusufeli sonra da Artvin üzerinden Borçka ve Hopa’ya geldik. Bu arada Artvin merkezde kargo şirketine uğrayarak 5 gündür 2 yetişkin ve 1 çocuğun ürettiği tüm kirli çamaşırları ve
kullanmayacağımız her şeyi çantanın birine doldurup İstanbul’a postaladık. Bu kadar kullanılmayacak şeyi Gürcistan’a giderken yanımıza yük etmeyelim dedik. İyi ki de yapmışız. 
Hopa’ya vakitlice varıp dinlenelim diye öğle molası bile vermedik ama yolda komik bir şey başımıza geldi. Artvin-Borçka yolundaki yol yapımı nedeniyle bir güzergahta ara ara yolu 1 saatliğine kapatıyorlar ve biz de o saate denk gelip 1 saat beklemek zorunda kaldık. Yani tasarruf olsun diye öğle yemeği yemezken her yerden uzak bir yolun orta yerinde 1 saat beklemek zorunda kaldık. Yanımızda iyi kötü bir iki şey vardı, onları atıştırdık, gizli gizli. Zira büyük ihtimalle yol yapımında çalışan işçilerin belki de tamamı niyetli. Tek hayıflandığımız çaysızlık oldu. Termosumuza otelden çıkmadan biraz çay doldurmuş ve kilisenin kapısına varıp kapalı olduğunu gördüğümüzde üzerimize çöken ağırlığı kaldırmak için oturup hepsini içmiştik. Keşke o noktadan sonra içinden geçtiğimiz ve biraz meyve ve bisküvi aldığımız köyün kahvehanesine de uğrayıp çay doldurtsaydık. 
Şimdi bir tür perişanlık yaşasak da Yusufeli’ne gidip geldiğimiz yollar, geçtiğimiz köyler ve hatta
kapalı olmasına rağmen kilise bile tüm ihtişamıyla zihnimde canlanıyor. Bazen gerçekten de yaşadığınız, gördüğünüz şeyin güzelliğini onu arkanızda bıraktığınızda daha çok idrak edebiliyorsunuz. Allahtan da öyle oldu. Yoksa bu eziyetli ve bol kusmuklu yolun manası olmazdı.😊
Akşam iftar vakti Hopa’ya vardık. Tavsiye ile Gazi isimli bir restorana gittik. Önce yer yoktu. İftar yapanlar kalkınca bir yer bulup oturduk. Yemekler nefisti, özellikle de baklava. 
Kiraladığımız aracı da sağ salim teslim ettik ve yine Otel Terzioğlu’na bu sefer 405 no.lu odaya yerleştik. Ailecek TV manyaklığı yapıp önce Smallville, sonra CSI:NY ve ondan sonra da Beyaz Ninja isimli komik bir filmi seyrettik. Bu arada “Ülkemizden İnovasyon Manzaraları “isimli bir kitabı okuyorum. 
7.GÜN: 2 Eylül 2008 Salı (Hopa Sarp Sınır Kapısı  - Batum ) 
Kahvaltımızı yapıp Hopa Ziraat Bankası önünden ( Petrol Ofisi yanı) kalkan Sarp minibüslerine bindik.
(Detaylar 28 Şubatta ) 

No comments:

Post a Comment