Thursday 23 January 2020

SURİYE 🇸🇾 2008

2008 yılı 19 Mayıs tatilini fırsat bilip giriştiğim araştırmam, benim için çok farklı bir seyahatin kapısını araladı. O dönem ekranların öne çıkan dizisi Asi’nin de etkisiyle, epeydir aklımızda olan Antakya seyahatini nihayet yapmaya karar vermiştik. Antakya ise yaman çıktı ve sürpriziyle geldi. Bizi alıp bir de Suriye’ye götürdü. Daha önce karayoluyla Yunanistan’a gitmiştik ama Suriye’nin duygusu farklı. O dönem bile böyle hissetmişken şimdi sene 2020 ve zaten Suriye sözcüğünün anlamı iyice katmerlendi, bambaşka bir gerçekliğe evrildi. Hem iyi ki o tarihte gitmişiz diyorum hem de iyi ki demek zorunda kaldığıma içim sızlıyor... Dünya sen nereye gidiyorsun demekten kendimi alamıyorum...
Seyahatin akış bütünlüğünü bozmamak açısından Antakya-Suriye karma gezimizin günlük notlarını kronolojik olarak bir arada sunmakla birlikte burada sadece Suriye notları ve fotoğrafları yer almaktadır. Haftaya Cuma ise Antakya’yı ele alıp aynen ülke formatı gibi detaylandırarak, o güzel seyahatin fotoğraflarıyla oya gibi şekillendireceğim. 
Şimdi iç savaş ve terör olaylarının tahribatı nedeniyle ne yazık ki bazı kısımları gerçekten tarihe karışmış Suriye seyahatimize dalmadan önce biraz komşumuzu hatırlayalım. 
Nerede:
Sevgili okuyucular! Lütfen kusura bakmayın. Bu başlık, her ülke için bir format haline geldiğinden burada yer alıyor. Yoksa hiçbirinize Amerikalı muamelesi yapmıyorum.😊 Suriye’nin nerede olduğunu bilmeyen yoktur; en azından bu adrese aşina isimler arasında yoktur. Yön olarak güneyde yer alsa da, o güney şu emekli olup güneye gitme hayallerinin adresi değil. Aksine “Coğrafya kaderdir!” sözünü dibine kadar yaşatan, doğduğumuzdan beri kartların habire yeniden dağıtıldığı, ne hikmetse oyunun bir türlü bitmediği ve hep kasanın kazandığı bir Orta Doğu kazanının köşesi. Suriye, Sevgili Atatürk’ün “Yurtta Barış Dünyada Barış” sözünün ne kadar anlamlı olduğunu bir kez daha gördüğümüz, dertlinin dertlisi, derdine ortak ve hatta yer, yurt olduğumuz komşumuz. 
Suriye ile 911 km.lik çok uzun bir kara sınırımız ve sınır boyunca da Şırnak, Antep, Urfa, Mardin, Kilis ve Hatay illerine yayılan tam 13 sınır kapısı bulunuyor. 
Bu kaynayan kazanın harının ulaştığı ve de bulaştığı komşuları ise Türkiye, Lübnan, Irak, İsrail, Ürdün; mahşerin 5 atlısı şeklinde diziliyor Şimdi bu tabloya ve içimize biraz su serpelim, zira olay
sadece karadan ibaret değil. Zira Akdeniz de işin içinde ve tam 193 km. bahşedilmiş Suriye’ye. 
Alan olarak Türkiye’nin dörtte biri, nüfus olarak da beşte biri. Gerçi nüfus mevzuu malum biraz karışık. 2010’da 21 milyon olan ülke nüfusu, 2017 rakamlarına göre 18 milyona gerilemiş ve 5 milyondan fazla Suriyeli’nin mülteci olduğu söyleniyor. Türkiye’yi yer yurt edinmiş mülteci nüfusunun geldiği son noktanın 3.6 milyonu aştığı ve Dünyada bu rakamın altında ve civarında birçok ülke olduğunu düşünürsek, ülkemiz matruşka gibi içinden bir ülke çıkardı diyebiliriz. Zira bu matematiğe göre her 6 Suriyeli’den biri artık Türkiye’de. Diğer bir deyişle komşunun kaynayan kazanı neredeyse bir Avrupa ülkesi doğurdu. Ve ne yazık ki bu, ne bir şaka ne de fıkra. 
Başkent: Şam
Kısa Tarihçe:
İslam fetihlerinden önce Bizans hakimiyetinde olan ve büyük ölçüde Hıristiyanlaşan bölge, 634 yılından itibaren yani Ebru Bekir’in halifelik döneminde İslam’a kapı aralar. Muaviye, Emevi, Abbasi, Selçuklu derken Eyyubiler, Memlükler şeklinde yoğun bir süreç yaşayan bölge, konumu nedeniyle hem Batı’dan Haçlı Seferleri hem de Doğudan Moğol saldırılarından fazlasıyla nasibini almış, uzun yıllar bir türlü huzur bulamamış. Nihayetinde ise 1516’da Yavuz Sultan Selim döneminde Osmanlı toprağı olmuş. Şimdi eminim pek çoğunuz öğrenciliğimizin meşhur sınav sorularından biri olan Mercidabık Savaşı'nı hatırlayacak ve nostalji yaşayacaktır. 
1. Dünya Savaşı’nda önemli muharebe alanlarından biri olan bölgedeki Osmanlı yönetimi, savaşın sonunda imzalanan Mondros Anlaşması’yla sona erer ve ülke bir süre sonra da Fransızların mandası altına girer. 1946’ya kadar süren Fransız yönetiminin ardından Mısır ile Birleşik Arap Cumhuriyeti olmayı denemesi ise 1961’de yapılan askeri ihtilalle sona erer. Yine bir askeri ihtilalle 1970’te iktidara gelen General Hafız Esad ve Baas Partisi, Esad’ın 2000 yılındaki ölümüne kadar sürekli seçimlerin galibi olarak yönetimde kalır ve bu dönem süresince de sosyalist eğilimli bir yönetim uygular. Zaten kelime anlamı "yeniden diriliş" anlamına gelen ve 1940’ta kurulan Baas Partisi'nin de ana hedefi Arapların tek bir sosyalist devlet çatısı altında birleşmesidir. 2001’de ise oğlu Beşşar Esad Cumhurbaşkanı seçilir.  
2011’den itibaren iç savaş yaşanan ülkede, 5 milyondan fazla insan başka ülkelerde sığınmacı olarak yaşıyor. Türkiye’nin haricinde Lübnan ve Ürdün’de de önemli bir mülteci nüfusu var. Rakam olarak bize kıyasla daha az olsa da söz konusu ülkelerin toplam nüfusuna oranla önemli rakamlar. Özellikle Lübnan’da toplam nüfusun dörtte biri Suriyeli mültecilerden oluşuyor. Düşünün! 
Yönetim Biçimi:
Ülkenin resmî adı Suriye Arap Cumhuriyeti. İnternette “Suriye Yönetim Biçimi” diye arattığınızda karşınıza gelen ibare ise aynen şöyle: Üniter tek parti yarı başkanlık sistemli cumhuriyet... Zaten bu tanımdan huzur çıkmayacağı aşikar... 
Dil: Arapça 
Din
%75 Sünni Müslüman, %10 Nusayri, %10 Hıristiyan, %3 Dürzü. Çoğunluğu oluşturan Sünnilerin sadece %60-65’ini Araplar oluşturuyor. 
Para: 
Suriye Poundunun TL karşısında değeri 1 TL= 36 SYP.
ABD doları karşısında ise 1 USD= 214,5
Vize
Suriye ve Türkiye arasındaki karşılıklı anlaşma gereği 6 ay içinde 90 günü aşmayan seyahatler için vize işlemi gerekmiyor. Bununla birlikte malum durumlar nedeniyle TC Dışışleri Bakanlığı’nın sitesinde aynen şu uyarının olduğunu da hatırlatmak gerekiyor:
Suriye’de yaşanan toplumsal olayların bu ülkedeki güvenlik durumunu olumsuz etkilemesi nedeniyle, Suriye’ye seyahat edecek Türk vatandaşlarının bu konudaki gelişmeleri yakında takip etmeleri, seyahatten önce Suriye’de gidecekleri yerlerdeki güvenlik ve yol durumu hakkında bilgi almaları ve çok gerekli olmaması halinde bu dönemde seyahatlerini ertelemeleri uygun olacaktır.
Gezilecek Yerler: 
Geçmişte ajan filmlerinde Berlin, Şangay... ve arada da Şam'ın adı geçerdi. İngilizcesi Damascus. O yüzden olsa gerek gitmeden önce en çok merak ettiğim şehir Şam’dı. Varıp görünce fikrim değişti. Onun yerine “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın zekeri” der oldum. Beni en çok şaşırtan ise Halep oldu. Yanı başımızda ne güzel bir şehirmiş. İyi ki geldim, gördüm dedim. Kaldı ki o vakit savaş mavaş zaten kimsenin ne aklında ne olasılığında... Şimdi Şam dahil Suriye’yi iyi ki görmüşüm diyorum ama yine de içim acımadan edemiyor. Ayrıca muhteşem antik kent Palmira, Hums, Maarra ve su değirmenleri ile Hama, Hıristiyanlığın ilk dönemlerine tanıklık eden Ma’alula aklımda yer eden, gezmeye görmeye değer yerler...
Yeme İçme:  
Bana Arap mutfağı hep fazla baharatlı gelir. Acıyı çok severim fakat aşırı baharat, özellikle de kimyon ve türevleri midemi yorar. Bu nedenle hemen Antakya’nın ardından ziyaret ettiğimiz Suriye’de, Antakya ile de zaten birbirine çok benzer olan et yemeklerinden uzak durdum. Buna karşın bol bol mercimek çorbası içtim ki aynen bizim gibi yapıyorlar, çok lezzetli ve yol yorgunuyken çok güzel yorgunluk alıp, mideye de huzurlu, sağlıklı bir doygunluk veriyor. 
Benim seyahatteki en büyük favorim ise limonata oldu. Hayatımda içtiğim en nefasetli limonatayı Suriye’de tattım. Limonun kokusu, nanenin tazeliği ve rayihası öyle enfesti ki “Buraya sırf bu limonatayı içmek için tekrar gelebilirim.” cümlesini kurduğumu hatırlıyorum. Kısmet olmadı gerçi. Ümit ederim işler tez vakitte limoniden limonata kıvamına gelirse de ben de gidip o limonatadan tekrar içerim... Sağlığa, barışa! Yurtta ve Dünyada! 

Bundan sonrasında günlük notlarıma emanetsiniz. 
SEYAHAT GÜNLÜĞÜ
İlk defa bir tatilimizi yurt içi ve yurt dışı karışımı şeklinde gerçekleştiriyoruz. Ve bu seyahatin asıl mimarı ise THY’nin yüksek bilet fiyatları. Açıkcası çok seyahat etmeme rağmen yurt içi seyahatleri genelde karayolu ile yaptığımdan olsa gerek uçak biletlerindeki fiyat aralığının korkunç geniş bir varyasyonda seyrettiğinden habersizmişim. Bunu 19 Mayıs tatili için uçak bileti araştırdığımda anladım. THY’nin (aslında diğer havayolları da da benzer nitelikte) ekonomi sınıfındaki biletleri kişi başı, vergiler hariç 65 ila 199 YTL arasında değişiyor. Yani 3 katına ulaşan bir aralık. 2 ay öncesinden araştırmama rağmen İstanbul-Hatay gidiş dönüş uçuşlarında sadece 199 YTL’lik yani en yüksek fiyattan yer vardı. THY; Hatay'a direkt uçuşlara yeni başlamıştı ve bu nedenle ben de bu rotayı odağıma almıştım. Genelde ilk uçuşlar tanıtım amaçlı daha uygun olur diye bilirim ama burası öyle olmadı. Aksine gidiş dönüş ve biri 6 yaş olmak üzere 3 kişi olarak hesap ettiğimde karşıma 1.500 YTL’nin üzerinde bir uçak bileti masrafı çıktı ki şok oldum. İlk tepkim: “Bu ne ya! Yurtdışına mı çıkıyoruz.” oldu. Ve bu cümleyi kurar kurmaz Antakya’nın dibindeki Suriye’ye gözüm ilişti. Antakya’dan daha doğrusu oradaki birçok ilden, başta Halep’e olmak üzere hem otobüs seferleri hem de yerel acentaların turları var. Bunun üzerine ben de Antakya’ya uçak biletinin yüksek maliyetini, karayolu ile Suriye’ye yapacağımız bir seyahat ile dengelemeye karar verdim. Ne yazık ki elimde sadece 3 gün; ilk defa gideceğim, methini çok duyduğum Antakya ve karayolu ile gidilecek bir Suriye seyahati vardı. 3 güne neyi, nasıl sığdıracaktım. Antakya’ya en azından 2 gün vermeliydik. Peki Suriye? Günübirlik Halep’e gitmeyi düşündüm ama ben en çok Şam’ı görmek istiyordum. Açıkçası ileride bir kez daha fakat bu sefer Şam için tekrar Suriye’ye
gitmem mümkün olur muydu emin değildim. Şam da bana göre öyle günübirlik gidilecek bir yer değildi. Şam-Palmira-Halep’i içeren çok güzel 3 günlük bir program vardı ama Antakya’ya ne olacaktı? Bir de Şam’a kadar gitmişken en azından Beyrut’u görmeden dönmek de çok yazık olacaktı. Aralarında sadece 100 km. varmış. Fakat geçmişte de olduğu gibi ne zaman Lübnan’a gitme niyetim olsa o dönemde Lübnan’da sular ısınmaya başlıyor. Yine öyle! Yine de gidelim diyeceğim ama Poyraz var. Ortada makineli tüfekli askerlerin adım başı olduğu bir ülkeye gitmesini hem güvenlik hem de böyle bir görüntüye tanık olmasını istemediğim için başka ve bu sefer inşallah sakin olacak bir bahara bırakmaya karar veriyorum. 
Tam bu dönemde sürpriz bir şekilde iş değişikliği yapmam sayesinde aranan kan yani zaman 😊bulunuyor ve ben tatili git-gel harici tam 5 güne çıkarıp 2 gününü Antakya’ya, 3 gününü Suriye’ye verebiliyorum. Üstelik böylelikle bilet fiyatlarında da neredeyse %50’ye varan bir indirim sağlıyorum. Yaşasın!
15 Mayıs 2008 Perşembe (İstanbul-Adana uçak - Adana-Antakya otobüs) 
17:30’da Sun Express uçağı ile Sabiha Gökçen’den Adana’ya uçuyoruz. 
Detaylar haftaya CUMA 
16 Mayıs 2008 Cuma (Antakya ) 
Detaylar haftaya CUMA 
Otobüsümüz gece 24:00’te belediyenin önünden Suriye’ye yola çıkacak. 
17 Mayıs 2008 Cumartesi (Antakya -Ma’alula -Şam) 
Yeni günün ilk dakikalarında, yolcuların kimin nereye oturacağı konusundaki tartışmasını hayretle izledik. Tek istediğimiz bir an önce daimi olarak oturacağımız koltuğu belirleyip erkenden kestirmek. Son unda kurada 8 çıktı. Poyraz ve ben 7-8’e oturduk. Arkan ön sıraya 3 numaraya oturdu. Yola koyulduk. Bakalım “Bundan iyisi Şam’da kayısı”, “Şam şeytanı” “Ne Şam’ın şekeri ne Arap’ın yüzü” neymiş sabaha göreceğiz.😊
Sınırdan çıkmamız neredeyse 02:30’u buldu. Kapıdan geçiş esnasında sorun yaşayan ve üzerine dil sorunu da eklenince iyice çaresiz görünen bir Fransız’a yardım ettik. Grubumuzun tek yabancısı. Philippe yaklaşık 5 aydır Türkiye’yi dolaşıyor. Çok sevmiş, ayrılamamış. Üniversiteyi yeni bitirmiş ve işe başlamadan önce seyahat ediyor. 
Saat 06:00 gibi bir yerde durup sandviç ve çaydan oluşan kahvaltımızı ettik. 
3 saat daha yol aldıktan sonra Ma’alula adında boşluğun ortasında toprağı da taşı da aynı renk daha
doğrusu bizim Kapadokyavari dağların oyulduğu bir yerleşim yerine geldik. Burası Al Qalamoon Dağı. Önce St Sergius & Bacchus Manastırı’nı gezdik. Burası Roma İmparatorluğu döneminde Hıristiyanlığı seçip, canını kurtarmak için buralara kadar kaçan ve dağlarda yerleşenlerin kurduğu bir yer. Ardından St. Tacla Manastırı’nı gezdik. St Tacla, Hıristiyan olunca babası tarafından öldürülmek istenmiş. Önce vahşi hayvanlara atılmış ama hayvanlar onu parçalamak yerine yalayıp sevmeye başlamış. Bu olmayınca kızını yakmış ama gökten boşanırcasına yağmur yağmış ve alevleri söndürmüş. St Tacla ardından kaçıp buraya gelmiş, dağlarda saklanmış ve etrafına Hıristiyanlığı yaymış. Burada hala İsa’nın dili olan Aramice konuşuluyor. 
Müslümanlığın ortasında Hıristiyanlığın kökenini barındıran ve her yıl binlerce Hıristiyan tarafından gezilen etkileyici Maalula’yı ardımızda bırakıp Şam’a doğru yolumuza devam ettik. 

Şam’a geldiğimizde öğlen olmuştu. Nasıl bir sıcak var anlatamam. Bizim yazın en sıcak günümüzde tepemizi delen güneş var ya işte aynen öyle. Üzerine gecenin uykusuzluğu da eklenince iyice fena oluyor insan. Bir de gezdiğimiz yerler hep dini nitelikte oldu. İyice uyku, yorgunluk ve uhreviyat karışımı bir uyuşukluk insanı sarıyor; bir an önce klimalı bir ortama girip tatlı bir huzura dalmayı istiyorsunuz. 
Şam’da bizi Osmanlı döneminde Sultan Selim zamanında yapılan -ki halifelik o dönemde Osmanlı’ya geldi- bir camiye götürdüler. Avlusunda da o dönemden itibaren Osmanlı Sarayından bir çok isimin mezarı var. Vahdettin dahil. Sultan Selim Mercidabık’ı kazanınca halifeliği de alıyor ve Osmanlılarda “hac” o zaman başlıyor. 
Osmanlılar tarafından yapılmış olan ve Arap harekatı esnasında en başta demiryolları bombalandığı için şu anda sadece idari binası kalmış tren istasyonunu gezdik. Vitraylı camları ile çok güzel bir bina. Şu anda kütüphane şeklinde kullanılıyor. Devamına bir alışveriş merkezi ve metro bağlantısı yapılacakmış, inşaat alanı çevrilmiş. 
Öğlen yemek molası verdik. Arkan’ın midesi fena. Poyraz’a mercimek çorbası kendime de salata söyledim. 
Ardından bizim kapalıçarşıyı andıran Souq El Hamidiye içinden geçerek Umeyye ( Emevi ) Camii’ne gittik. Hamidiye Çarşısı’ndan Emevi Camisine çıkılan alan gerçekten çok güzel. Bana göre Şam’ın en güzel alanı. Emevi Camii’ne giriş için gri renkli başlıklı pardesüler giymemiz gerekti. Allahtan çok ince ve pamuklu bir kumaştan yapılmış, yoksa bu sıcakta gerçekten çekilir gibi değil. Bir de elimde ayakkabılarım, fotoğraf makinem, sırtımda çantam ile tam teşekküllü Cevat Kelle durumundayken üstüne bir de sürekli açılan pardesümü kapatmaya çalışmak gerçekten zor oldu. Arada bir Poyraz da bana ayakkabılarını veriyor. Burası çok büyük ve kalabalık. Çocukla gerçekten dikkatli olmak gerekiyor. Pardesü giyip hepimizin bir örnek olması Poyraz’ın canını sıktı. Gerçekten de burada birinin diğerini ayırt etmesi çok zor. Fakat cami gerçekten çok etkileyici. İslam aleminin en önemli camilerinden. MS 705 yılında yapılmış. İçinde Hz. Yahya’nın kafasının olduğu bir türbe var. 

Suriye ile ilgili ilk adımda göze çarpan başkanları Beşşar Esat’ın fotoğraflarının dört bir yana asılmış olması. Umman’a gittiğimizde de Sultan Qaboos’un aynı şekilde fotoğrafları vardı ama genelde onlar tek bir pozdu ve ciddi bir duruşa sahipti. Buradakiler ise neredeyse biri diğerine benzemiyor. Fotoğrafların kimilerinin fonunda ya da kenarında bizim eskiden defterlere yaptığımız gibi kenar süsleri ya da yeni evli çiftlerin stüdyo çekimlerindekine benzer romantik manzaralar var. Başkan Esat pozların çoğunda çok janti bakıyor. Başkan değil de film yıldızı gibi. Gözleri renkli ama o da photoshopmuş. Hatta bazı fotoğraflarda yeşil, bazılarında mavi olabiliyor. Gözlemimize göre halk Esat’ı seviyor. 
Suriye ile ilgili diğer bir konu da sokaklarda çok sayıda sabit ya da seyyar meyve suyu satıcılarının olması. Bir kısmı sulandırılmış şurup ama çok güzel taze sular da satılıyor, üstelik de çok uygun rakamlara. 
Biz sınırda 100 YTL verip 3500 Suriye poundu aldık.
Poyraz ile bir bakkala uğrayıp bir dolu şey aldık, bunalınca çilek suyu içtik, acıkırsa yanımızda olsun diye muz aldım ve hepsine bizim paramızla 3-4 YTL’den fazlasını harcamadım. 
Otelimize saat 17:00 gibi geldik. Adı Safir Al Sayedah Zeinab. Çok temiz bir otel ama otele ulaştığımız yol getto ile sanayi mahallesi karışımı. Karşımıza bu derece güzel bir otel çıkmasına şaşırdık. Otelin içindeki İran Restoranı hemen dikkati çekiyor. Nedeni ise otele yürüme uzaklığındaki Sit Zeynep Türbesi. 
Hazreti Ali’nin ablası olan ve onu ölümden kurtarma uğruna kendini feda eden Zeynep, Şiiler tarafından çok kutsal bir şahıs. Türbesini bu sefer kara çarşaf giyip gezdik. Polyester bir kumaştan yapılmış çarşafı idare etmekte zorlanıyorum. Bu sefer birbirinin benzeri kara çarşaflıları ayırt etmek daha da zor. Poyraz sürekli “Anne bunu lütfen çıkar” diye çarşafımı çekiştirip duruyor. Arkan, yorgunluk ve mide rahatsızlığı nedeniyle otelde kaldı. Rehberimiz Tevfik ve gruptan 10 kişi kadarımız türbeyi ziyarete geldik. Poyraz’a fotoğrafımı çektirdim. Burası bir tür küçük Kabe gibi. O kadar kalabalık ki. Özellikle türbenin için ana baba günü. Kadınlar ve erkeklerin girişi farklı. Hayatımda bu kadar ışıltılı türbe

görmedim. Her yer ya ayna ya da avize türü kristalle dolu. İnsanın hem gözleri kamaşıyor hem de yansımalardan neyi gördüğünüzü şaşırır hale geliyorsunuz. Bir de türbeye dokunmak için birbirine yüklenen kalabalığı gözetmezseniz ezilmemek içten bile değil. İranlı olduklarını tahmin ettiğim Şii kadınları ağlayarak türbe yanında, etrafında dua ediyorlar. Türbeye dokunanlar büyük bir sevinç içindeler. Türbeden çıkıp avlusunu gezerken Iraklı makine mühendisi bir kızla tanıştım. Poyraz’a ve bana bakıp ince bir anne😊 olduğum için beni takdir etti. Ayrıca İngilizce konuşabilen bir Türk olduğum için de
takdir topladım. Savaş çıkınca Suriye’ye sığınmışlar ama bir an önce Irak’ta işlerin yoluna girmesini ve memleketlerine dönmeyi bekliyorlar. Bir de beni İranlı kadınların çok çocuk kaçırdığını söyleyip uyardılar. 
Açıkçası bu nedenle otele dönüş yolunda biraz huzursuz oldum. Etraf kalabalık olduğu için çok dikkat dağıtıcı. Biraz Mahmutpaşa havasında. Sokaklar derinleşiyor ama biz girmedik. Herkes otele dönünce biz de onların peşine takılıp otele döndük. 

Otelin alt katında bir kafesi var. Orada Poyraz için tavuk yaptırdım, kendim de çay içtim. Demlik kapta yaklaşık 3 fincan çay çıkıyor ve verdiğim hesap 100 pound. Yani neredeyse 3 YTL. 5 Yıldızlı otelde 1 fincan çay 1 YTL’ye denk geliyor. Düşünün! Sabah kahvaltı ettiğimiz yerde çaya 25 Ykr gibi bir para vermiştik. ( O dönem YTL vurgusunun yeni olduğu zamanlarmış. Bu nedenle notlarımda düzeltme yapmadım. Tarihe saygı!
Odaya çıktığımda Poyraz uyumuştu. Arkan zaten uyumuş. Oysa saat daha 19:30. Gerçi bütün geceyi otobüste geçirdik. Bir önceki gece de geç yatmıştık. Poyraz bugün Selena’yı kaçırmayacağını öğrenince çok sevinmişti. Oteldeki TV, ATV’yi çekiyor. Biraz bekledim ve Selena başladı ama benim de gözlerim kapanıyor. Sonunda dayanamayıp ben de 20:30 gibi uyudum. 
18 Mayıs 2008 Pazar (Şam-Palmira)
Saat 08:30 gibi otelden çıkmamız gerekiyor. Biz son 10 dakikada kahvaltıya indik. Gece benim de midem bozuldu. Poyraz için yaptırdığım tavuktan az da olsa tadayım demiştim ama içindeki baharatları içim kaldırmadı. Bu nedenle sabah canım pek bir şey istemedi. Hafif ve risksiz ne varsa onları seçip yedip. Poyraz da mısır gevreği yemeyi tercih etti. 
Sabah otobüse binerken yine koltuk çekilişi yapıldı; yerlerimize oturduk. Hedef Palmira. 
Yunanda Zeus, Roma’da Jüpiter ne ise Suriye’de de Baal öyle. 
Yolda Mevlana’nın hocasının türbesine uğradık. Bu yer de Şam içinde. Poyraz artık burayı da gezdikten sonra “Suriye’de de ne çok insan ölmüş” dedi ve hepimizi ölüm lafı üzerine güldürmeyi başardı. 5.5 yaşındaki bir çocuk için bu kadar cami, türbe, manastır gezisini böyle yorumlamak çok doğal. Poyraz, türbe yakınlarında üzerinde Arapça yazılar olan bir taso buldu da oradaki çocukların da çocukluklarını böylece hissetmiş olduk.
Palmira yolunda Bağdat Cafe isminde “in the middle of nowhere” tarzında, yani tam anlamıyla kuş uçmaz kervan geçmez gibi görünen bir noktada olan bu ilginç ötesikafede durduk. Elektrik yok. Tam Amerikan filmlerindeki tekinsiz istasyonlar gibi duruyor ama çok otantik bir yer. 
Fırsattan istifade çay içtik. Burada çayın ayrı bir tadı var. Galiba kahveye koydukları hali buna da koyuyorlar. Bizde kakule deniliyor. Kafeye bayıldık. Ortalıkta dolaşan bir kaplumbağa var. Kabuğunun bir tarafına Bağdat Cafe, diğer tarafına ise İngilizce Suriye anlamına gelen Syria yazılmış. Bir yerde de ahşaptan bir tabela var ve üzerinde Open yani Açık yazıyor. Kafenin tanıtımı için ellerinden geleni yapmışlar doğrusu. (Daha sonraki yıllarda izlediğim Mad Max filmlerinde aklıma ilk burası geldi. Hakikaten de çölün tozunu attıra attıra arabalarıyla distopik film karakterleri karşınıza dizilse asla şaşırmazsınız. Aynen  öyle bir ortam. Ayrıca kafenin isminin Bağdat olması da ayrı bir hiciv konusu. Tüm yollar Bağdat'a çıkar hesabı. Kaldı ki o yıllarda Amerika Irak'ın tozunu attırırken Suriye'de çölün ortasında ismi Bağdat olan bir kafe çok manidar kalıyordu. Şimdi ise belki Irak'ta çölün ortasında adı Şam olan bir kafe olabilir.) Bağdat Kafe hatıralarımızda o kadar güçlü ve canlı ki buraya da sayısız fotoğraftan eleye eleye gene epey fotoğraf koydum. 

















Yunan da Agora, Roma’da Forum İslam da Meydan adını alıyor.
Palmira’nın olduğu düzlüğe bakan tepede bir kale var: Fahr-i Din Mani (Dürzi ) 
Palmira’da elde edilen kalıntıların %90’ı Palmira dışında sergileniyor. 
Burada bulunan eserlerden en önemlisi, üzerinde Greg, Latin, Arap ve Palmira dilinde 1500 kanunu anlatan tablet. Şu anda Hermitaj Müzesi'nde. Bu da Abdülhamit’in izniyle olmuş. Burada kazılar yapan Rus arkeologlar nedeniyle...
Medine, şehre ait demek, Bedevi ise kent dışında yaşayan, göçebe anlamına geliyor. 
Palmira’da deve yarışları yapılıyor. Temmuz ayında festival var. Zengin Araplar bu etkinliğe çok düşkünmüş. Yine zenginler şahin beslemeye de çok meraklı. Şahinlerin çoğu farklı ülkelerden (başta Pakistan) geliyor ve bazıları Mercedes araç fiyatına satılıyor. 
Tepedeki kale Eyyübiler tarafından yapılmış. Kalenin yapıldığı taşların boşluğu otomatik olarak da
kalenin etrafındaki hendeği oluşturmuş ama içi alıştığımız gibi su dolu değil. Doğru ya çölün ortasında hendeği nasıl suyla doldursunlar! Fakat zaten derinlik o kadar fazla ki kale kartal yuvası gibi kalıyor. Görülmeden tırmanmak mümkün değil. 
Palmira antik açıdan Suriye’nin en önemli yeri.   
Palmira adı Aruz-u Sahra yani Çölün Gelini demek. 10.000 yıl önce bölge yemyeşilmiş. Bu nedenle şu anda çöl olan ülkelerde petrol çıkıyor. Çünkü eskiden var olan yeşillikler ve hayvanlar şimdi artık petrole dönüşmüş durumda. 
Rehberimiz hikaye üstüne hikaye anlatıyor ve tarihin sayfalarını aralıyor. Ben de çalakalem notlar alıyorum hızlıca, aklımda ne kaldıysa. Roma İmparatoru Oryan, Zenobia’yı yakalamak için bu yoldan geçmiş. Zenobia Septimus Severus’un karısı.
M.S. 2. yüzyılda Severus ailesi burada yaşıyormuş. Eşi Julia Donna, oğlu Karakolla daha sonra Roma’da imparator olmuş. 
Palmira’daki otelimiz Palmyra Cham Palace Palmyra, Oda no:106
Gezimize başlamadan önce bir 45 dakikamız vardı ve biz bu süreyi havuzda geçirdik. 


Palmira’yı gezmeden önce bir yerde oturup yemek yedik. Dünkü yorgunluk ve koşuşturmadan sonra çölde vaha gibi bu yerde geçirdiğimiz 1 saat bizi kendimize getirdi. Bir de muhteşem bir naneli limonata içtik. Poyraz yine mercimek çorbası içti. Yanında ekmekleri cips şeklinde kıtır yapmışlar, çok güzel. 







Palmira, Efes gibi kocaman ve etkileyici bir alan ve biz de tadını çıkara çıkara gezdik. Ardından Poyraz ve Arkan deveye bindi ve bir de deve üzerinde antik şehri turladılar. Sonra kalede muhteşem bir gün batımı izledik. 
Palmira’daki Baal Tapınağında 7 gezegen ve Zodyakı temsil eden 12 motif var. Kadmos Zeus’un
kaçırdığı kızkardeşi Avrupa’yı aramak için şimdiki Avrupa’ya gelir. Avrupa, Avrupa diye ismini seslenip bağırdığı için Avrupa deniliyor. Alfabeyi onlara Kadmos götürmüş. 

Akşam çadırda bedevi gösterisi vardı ama 22:00’de başlayacağı için biz Poyraz ile uyumayı tercih ettik ve ailemizi temsilem babamızı gönderdik. 



19 Mayıs 2008 Pazartesi (Palmira-Hums-Hama-Halep-Antakya) 
Arkan geceki gösteriyi beğenmemiş. Erkeklerin çengilik yaptığı 8. sınıf bir gösteri olduğunu, yemeklerin de güzel olmadığını söyledi. Yıllar önce böyle bir gösteriyi Dubai’de izlemiş ve çok beğenmiştik. Geçen sene sonunda gittiğimiz Mısır’da gemideki erkeklerin gösterisi de çok güzeldi. Herhalde burada da güzel gösteriler vardır ama biz denk gelmedik. Neyse en azından uykusuz kalmamış olduk. 
Bugün Halep yolcusuyuz. Yol üzerinde de bir kaç şehre uğrayacağız. 
Yolumuzun üzerindeki ilk yer olan Hums halkı çok mizah anlayışı gelişmiş, bir tür bizdeki Temel’in karşılığıymış. 
Esat’ın eşi Hums doğumluymuş; çok seviliyor. 
Hz. Meryem Türkiye’ye gelirken Hums’ta namaz kılmış ve bir kilise Zinnar, üzerindeki elbisenin bir parçası saklanıyor. 
Halid Bin Velid makamı ve camii de yine Hums’ta; Memlüklü Baybars tarafından yapılmış, Abdülhamit tarafından yenilenmiş. Son olarak ise Hafız Esat yenileme yapmış. Osmanlı-Roma ve Arap mimarisi karışımı. 
Burası eskiden volkanik bir alanmış. Şam’ın güneyinde  150 yıl öncesine kadar aktif olan Kastelo volkanı civarında taşlar simsiyahmış. 
Hums’tan Suriye’nin güney sınırına kadar bazalt bir yapı hakim.
En büyük rafineri Hums’ta. 
Fırat ve Dicle’nin aksine güneyden kuzeye akan Asi Nehri’ne Orontes deniliyor. 
Kadeş Anlaşması'na konu olan savaş bu topraklarda yapılmış. Hititler ve Mısırlılar arasında. İlk defa bu savaşta casuslar kullanılmış. Planlı olarak esir düşen casuslar sanki gerçeği açıklıyormuş gibi yanıltıcı bilgiler vermişler. 
Daha sonra yolumuz Hama’dan geçti. Burası peynir ve tereyağı ile nam salmış. Peynir tatlısı da çok ünlü. Ayrıca Maraş dondurması gibi dondurma yapıyorlar. 
Suriye’nin içkisi buradan temin ediliyor. 1982’lerde burada büyük bir katliam yapılmış. Hama’nın su değirmenleri de ünlü. Asi Nehri’nin su seviyesini artırmak için kullanılan ahşap su değirmenlerinden sadece 16 tane kalmış ve bakım/onarımını da yapan tek aile var. Değirmenleri ve bu ailenin fertlerini gördük. Hama gerçekten çok güzel. Açıkçası Şam yerine geceyi ve günü burada geçirmiş olmayı tercih ederdim. Ne yazık ki çok kısa bir zaman geçirdik. Aslında programımızda yokken rehberimiz Tevfik özel olarak dahil etti. İyi de yapmış, buraya bayıldım. 
Burada yenidünya meyvesi çok var. Yolda yürürken küçük bir çocuk Poyraz’a bir avuç yenidünya uzattı. Nefislerdi. Çekirdeklerini saklayıp evimize getirdim. 
 

Şimdiki durağımız ise Maarra. Hz. Ömer, Mekke Valisi iken ısrar üzerine Halife oluyor ve Şam’a geliyor. Maarra’da ölüyor. Sadece 1-2 sene halifelik yapıyor. Burayı sevdiği için, muhabbet için gelip gidiyor. Vasiyeti üzerine oraya defnediliyor. 

Philip ve rehberimiz Gres ile oturup helli kahve içtik. Kahvenin yanında Patchi marka çikolata ikram edildi. Aynı çikolatadan Şam’daki otelde de odamıza konulmuştu. Bildiğim kadarıyla bu epey pahalı bir çikolata markası. 
Buralarda bizim Türklerin adını Tembeller Çarşısı koyduğu türden yerler var. Nedenini biraz burada çokça da Halep kısmında anlatacağım. Çarşıdan Helli Kahve aldık. Bir de çay. Ben bu çarşıya bayıldım zira kilolarca ayıklanmış sebze satılıyor. Kabaklar, patlıcanlar... Çalışan kadınlar için ne pratik olur diye düşündüm hemen. Oysa bunun esas sebebi burada ailelerin çok kalabalık olmasından kaynaklanıyormuş. Onlarca boğazı doyuracak yemeğin ön aşamasını kolaylaştırmışlar. İşte kullanıcı dostu hizmet buna denir.
Rehberimiz Tevfik’in aktardığına göre Suriye’li yazar Maarri, Dante’yi etkilemiş ve İlahi Komedya’yı bu esinlenme ile yazmış. Sonra Nielsen Thomson’da aynı şekilde eserlerinden etkilenmiş. Orhan Pamuk’un “Benim Adım Kırmızı” kitabı için de esin kaynağı olduğunu söyledi. 
Tevfik, Batı’dan çok hoşlanmıyor. “Esas katliamı onlar yapıyor. Asalet bizde. Bizde tarih var” diyor. 

Yol üzerinde gördüğümüz deve sürüsü Poyraz'ı çok heyecanlandırdı. Araçtan inip bir süre onları seyrettik.
Halep'e yaklaşırken yolunda etraf yeşilleniyor, tarlalar başlıyor. Tarla demişken buğday, pamuk devlet tekelinde. Sadece devlete satılıyor.
Bu esnada geçtiğimiz İtlip bölgesinde Bizans döneminden kalma 200 minik köy var. Bizdeki Ölüdeniz’deki Kayaköy gibi; bunlar da Ölüköyler. Yani çoktan terkedilmiş.  
İbla medeniyeti MÖ'de yaşamış. Asur yasalarında bahsedilmesinde rağmen nerede yaşadıkları bir türlü  bulunamamış. Yeni mezun bir İtalyan arkeolog sayesinde keşfedilmiş. Çoğu Halep ve Maarra müzesinde. Bir de tabii ki İtalyan müzelerinde. 
Bu bölgeye bazı bulgular nedeniyle İsrailliler de sahip çıkıp bizim demişler. 
yelillik görmek her zaman güzel. M.Ö. zamanlarda Aristo ve Sokrates, havasının güzelliği nedeniyle Halep’te vakit geçirmişler.  
Halep’in girişi çok modern. Saat 13:30. Trafik yoğun değil; zira çoğu tüccar olan halkın önemli bir kısmı bu saatte hala uykuda. Tüccarlık dededen gelen bir gelenek. Asırlarca Türkiye ve Musul ile ticaret yapmışlar. 
Burada tuğla kullanılmıyor. Her sey taş; binalar, duvarlar.
Memur az. İşçiler genelde köyden gelme. Devlet memuru çok fakir. Rüşvete bayılıyorlar. Rüşvet epey oturmuş durumda. En yükseğinden küçüğüne kadar var. Sonlandırmak için çaba var ama olmuyor çünkü onlar da yiyor. 1 milyon dolar alan bile varmış. 
Müslümanların çok çocuğu var. 17-19 çocuk. 1 ya da 2 kadın. 5-7 çocuk eş başına normal. 
Zengin evlerinin önünden geçiyor otobüsümüz. Hepsi taş, çok ihtişamlılar. Değeri 1-2 milyondan bile fazla ediyormuş. 
Halepteki Hıristiyanların çoğu Antakya’dan gelmiş. Bir kısmı da Mardin ya da Nusaybin’den. 
Evin içinde hanımlar çok rahat. İthal çamaşır dükkanları çok fazla. Taşlı, assolist tarzı elbise satan yerler çok. Bir gazinoda çalışıyorsanız ya da akrabası çok olup nişan ve düğünlerde pırıltılı şeyler giymekten hoşlanıyorsanız burası alışveriş için tam yeri. Bu kadar abiye satan yeri bir arada bulma imkanı olmayabilir. 
Halep içinde ilerliyoruz. Al Muhafaz, aristokratların yaşadığı bir bölge. Fransız stili yapılar yoğun.
Evlerin yanı sıra hastane, okul ve bir Fransız Din okulu ve kilisesi geçiyoruz. 
Cemiliye’de ise zengin müslüman vakıfların yerleri var. 
Derken bütün bir Suriye boyunca geldiğimiz en yeşil yer olan Halep’in daha da yeşil olan bir parkına ulaştık. Burası Kahire’deki parktan sonra Orta Doğu'nun en büyük parkı. 
Halep’e Fırat Nehri’nden temiz su geliyor. 
Burada da Esat’ın fotoğraflarını görüyoruz. Esat gibi eşi Esma Hanım da çok seviliyor. Halk onu çok
harika ve zarif olarak tarifliyor. 
Halep’in gökdelen formundaki belediye binası dışarıdan çok gösterişli ama yapımı 35 yıllık bir maziye sahip. Hala tüm katları hizmete açılamamış. Alt katlarında çalışma yapılıyor. Rehberimize göre tümünü görmeye ömrü yetmeyebilirmiş. 
Burada büyük bir Mevlevihane var. Cumhuriyet döneminde tüm tekke vb. unsurlar yasaklanınca bir kısmı buraya gelmiş. 
Halep’i çevreleyen surlar ve meşhur 7 kapısı varmış. Biri Antakya kapısıymış. Biri bugün Filistin topraklarında yer alan Jenin... Ne yazık ki günümüzde bu sur ve kapılardan eser yok. Yer yer şimdi çok eski dükkanların bulunduğu
caddelerde binaların dayandığı duvarlar arasından surların eski taşlarını seçmek mümkün.
Suriye boyunca Esat’ın bilboard tarzı fotoğrafları haricinde gördüğümüz tek reklam neredeyse MTN adlı bir mobil iletişim firmasının ilanlarıydı. Zaten 2 tane varmış. Biri Syriatel (094) diğeri ise eskiden Ariva adını taşıyan (093 ) MTN. Herhalde yeni adı nedeniyle bu kadar çok ilan verdiler. Onun haricinde Coca-Cola ya da Pepsi reklamı görmedim ki genelde her ülkede önce bunların reklamlarını farkedersiniz. Bu ürünlerin satışı var ama az sayıda. Kendilerine ait çok güzel meyve suları var ve bence bu nedenle gazlı içeceği de fazla aramıyorlar galiba. Doğal olarak Mc Donalds ve Burger King de yok.  
Benan oteli Suriye’nin ilk oteli. Atatürk de zamanında bu otelde kalmış. 
Rehberimiz buranın insanının yemek düşkünlüğünü tencerelerin 15-20 kilo aldığını söyleyerek  gözümüzün önünde daha da somut hale getiriyor. Anlayacağınız
düğünlerde yemeklerin pişirildiği kazanlara yakın dev tencerelerde yemekler pişiyor. Kadınların buna mecbur olduğunu bir erkeğin bir oturuşta örneğin 10 dolma yemesinin doğal olduğunu söyledi. Ortalama 6-7 çocuk yapıldığını da göz önüne alırsak neredeyse 8 kişilik bir “çekirdek” aileden bahsediyoruz. Kadınlar kocalarıyla geç saatlere kadar yemek sefası yaparmış. Akşam yemeği gece 2-3 gibi yenirmiş. Haliyle bu saatte yemek yiyip uyuduktan sonra saat 13:00 gibi uyanıyorlarmış. Herhalde yemek yedikten sonra artık biraz daha oyalanıp sabah namazlarını kılıyor ardından uykuya dalıyorlar. Öğle ezanına yetişecek şekilde de uyanılıyor. Açıkçası bu kadar sıcak bir ülke ve şehirde geceleri uyanık kalıp uykuyu gündüze taşımak çok da mantıklı gözüküyor.
Kadınlar; ev içinde kocalarını memnun etmek, mükemmel yemekler pişirmek zorunda çünkü koca memnun değilse hemen boşar ya da 2., 3. Ve tabii ki nihayet olarak bir 4 numara getirebilir. Varlıklı adamlar her bir eş için ayrı ev alıyor ya da en azından ayrı oda ayarlıyor. Bu nedenle müslümanların oturduğu evler hem çocuk hem de eş sayısı dolayısıyla epey geniş olmak zorunda ve öylelermiş de. 
Dev tencereler sadece kocaları memnun etmek için değil. Burada pişen yemekten mutlaka komşuya da bir tabak gidiyor, aksi çok ayıp kabul ediliyor. Halep bu anlamda çok cömert bir şehirmiş. Şam’ın ise cimri olduğu söyleniyor. 
Vakit öğleni çoktan geçti, henüz yemek yemedik. Halep kalesi ve Medina Kapalı Çarşısı gezilecek ama ikisini birlikte yapmak zamanlamayı bozuyor. Bu nedenle kaleye gidecekler yerel rehberimiz Tevfik’i çarşıya gitmek isteyenler ise Türk rehberimiz Gres’i takip edecek. Açıkçası Şam’daki Hamidiye Çarşısı’ndan sonra buradaki çarşı için çok beklentim yok. Dediğim gibi pırıltılı kıyafetler ya da bin çeşit çarşaf, başörtüsü gibi ihtiyacım olmayan şeyler. Bir de Kapalıçarşı gibi bir yere sahip olan bir İstanbul sakini olarak o kalabalığın içine girmek bizi çok cezbetmedi ve biz kaleyi seçtik. 40 küsür kişilik otobüsten sadece bizim aile ve bir de Philippe kaleyi gezmek istiyormuş, diğerleri çarşıya gitti. Kalenin olduğu bölge çok güzel. Kalenin etrafında yine hendek var ama boş. İleride buraya su doldurup Venedik tarzı gondollar getirip gezi yaptırmayı planlıyorlarmış. Eminim o zaman daha da masalsı bir görünüme sahip olacaktır.  Eşim, ben, Poyraz ve Philippe Tevfik’in peşine takılıp kalenin içine daldık. 
Kale 13. Yy.da Eyyubiler tarafından yapılmış. Kalenin girişinde Aslanların Kapısı var. Tepesinde bir aslan figürü var. Bu Memluklerin logosu. 
Kaleye Justinous döneminde çok uzun süreli kuşatmalara dayanacak şekilde yiyecek ,içecek depolamasına müsait şekilde tasarlanmış. Ayrıca yeraltından tüneller ağı ile kalenin dışında şehrin içindeki her eve ulaşmak mümkünmüş. Böylelikle kalede sıkıntı olduğunda askerlerin şehre ulaşması ya da şehir işgale uğrarsa halkın ve askerlerin kaleye ulaşması mümkün oluyormuş. 
Kale sonrasında sırasıyla Araplar, Eyyübiler ve Selçuklular egemenliğine girmiş. 
Kale bir dönem zindan vazifesi de görmüş. Örneğin tutsak alınan Urfa Prensi burada ölmüş. 
Kale içinde hala kazısı devam eden alanlar var. 40 sene önceki kazılarda Hitit dönemine ait de bulgulara rastlanmış. Yani İ.Ö. 1000 yılına kadar uzanan kalıntılara...
Eskiden Halep Akropol gibiymiş, kale yokmuş. Sonra Berlin Üniversitesi kazılar yaparak kaleyi ortaya çıkarmış. 
Camilerin eskiliğini ve dönemini minarelerinden anlamak mümkün. Arapların camilerinde minareler dört köşe,
Selçuklular ise beşgen ya da altıgen formu kullanmış. Osmanlılarda ise minareler dairesel. 
Kale turumuzu tamamlayıp kalenin içindeki kafede şehir manzarası eşliğinde bizim pidelerimize benzer bir pide yedik, soluklandık. Dün Palmira gezimizin başında antik kent manzaralı çölün ortasında soluklandığımız kafeyi saymazsak gezimizin en keyifli saatlerini Halep kalesinde geçirdik. Kaleleri ben de eşimde oldum olası çok sevmişizdir. Bir kere tarihi bundan iyi anlatan bir eser olamaz. Yüzlerce binlerce yıldır ayakta ve şahit olduğu dönemlerin izlerini taşır. Üstelik hepsi etrafındaki yerleşime göre yüksek bir konuma sahip olduğu için harika bir manzarası vardır. Genelde içlerinde burada olduğu gibi güzel bir kafe vardır. Ve en önemli unsurlardan birisi de aynen burada olduğu gibi yüksek konumu nedeniyle rüzgarlıdır. Orta doğu sıcağına panzehir gibi... 
Kale gezimiz sona erdiğinde grubun yarıdan çoğu buluşma saatinde buluşma yerine gelmemişti. Gruptakilerden birinin çarşıda cüzdanı çalınmıştı. Allahtan sadece parası gitti. Pasaportu hala yanında. Eşiyle gelen bir
bayan. Çarşaflı bir kadın cüzdanını çantasından yürütmüş. Çok kalabalık ve herkes çarşaflı olduğu için kişinin suratını görseniz bile sonrasında yakalamak çok zor. 
Biz de buluşma yeri olan kalenin karşısındaki kafelerin birine oturduk ve dünden tadı damağımızda kalan naneli limonatadan söyledik. Bugünkü limonatanın rengi daha da yeşil ve yoğun. Tadı daha da güzel. Dün zaten mest olmuştuk, bugünküyle iyice kendimizden geçtik. Suriye’deki en güzel şey ne diye sorulursa tartışmasız “naneli limonata” derim. Gerçekten süper. 
Nihayetinde herkes toplandıktan sonra otobüsümüze bindik. Tekrar eski şehrin kapılarının olduğu bölgeden geçiyoruz. Banlara Caddesi’nden ilerleyerek eskiden Yahudi gettosu olan şimdi Musevi kalmayan sokağı ardımızda bıraktık. 
Meşhur alışveriş caddesi Aziziye’de serbest zaman geçireceğiz. 3 gün öncesinde Maalula’daki manastırda Poyraz beğendiği için aldığım ahşap balığın haricinde hatıra niyetine bir şey alamadım. Kale yolunda bir magnet görmüştüm ama nasılsa akşam çarşı zamanımız var o zaman alırım diye ertelemiştim. Bir arkadaşım da “Halep işi” meşhur diyerek benden örtü istemişti. Evimiz için magnet, arkadaşım için örtü ve babaannemiz için de çay almak istiyorum. Serpil Annem çaya çok düşkün. Yıllardır hep Ahmad isimli çay alır. Ben de annemim hacdan getirdiği Rabea çayından almak istiyorum. 
Evdeki hesap çarşıya uymadı. Poyraz, otobüsümüz Aziziye Çarşısı’na girdiği anda uyuyakaldı. Otobüste Poyraz’la kalakaldım. Şöför aracı kapattı, ön kapıyı açıp dışarı çıktı. Otobüsün içi çok
sıcak. Biz arkada olduğumuz için ön kapının açıklığı bize fayda etmiyor. Ara ara Poyraz’ın suratını, ensesini, kollarını ıslatıp bunalmamasını sağlamaya çalışıyorum. Yolculuk için boyun yastığını ve sıcak ülkeler için yelpazeyi unutmamak gerekiyor. Özellikle uzun uçak ve otobüs yolculuklarında boyun yastığı güzel ve konforlu bir uyku için şart. Bir taraftan Poyraz’ı ferahlatmaya çalışırken bir taraftan da otobüsün tam önünde durduğu dükkana, dükkandaki fular benzeri örtülere bakıyor ve “işte şunlardan birkaç tane alsam siparişim tamam olacak” diye iç geçiriyorum. Fakat seyahatin başından beri “çocuk kaçırma” lafını duyduğum için 10 saniyeliğine bile olsa Poyraz’ı göremeyeceğim bir pozisyonda olmak istemiyorum. Bu esnada söz konusu dükkandaki çocuklar benim Poyraz’ı yelpazelediğimi görünce elleriyle kollarıyla bir şeyler işaret etmeye başladılar. Derken kaş göz arasında bir de baktım ki bizim şöförü bulup ona bir pet şişe uzatıp parmaklarıyla da beni işaret ediyorlar. Çok duygulandım doğrusu. Elimdeki suyu gösterip diğer elimi de göğsüme dayayıp kendimce “şükran” demeye çalıştım. Bunun üzerine zaten dükkanlarında göz koyduğum fularları almayı kafama koydum. Şöföre seslenip fiyatını öğrenmesini istedim. Aman allahım! Her biri bizim paramızla 3 YTL. Birazdan gruptan birileri gelip otobüse girince Poyraz’ı onlara emanet edip dükkana girdim. 5 tane fular beğenip çıktım. Parayı ödeyip otobüse geri dönmem 1 dakika sürdü, sürmedi. Böylece en azından arkadaşımın siparişini alıp rahatladım. Siz siz olun yurtdışına gidip sipariş ettiğiniz şeyi almadan dönen arkadaşlarınız olursa gücenmeyin. Bakın ne kadar işler ters gidebiliyor. Eğer otobüsün durduğu nokta tam da almayı düşündüğüm şeylerin satıldığı bir dükkan olmasa açıkçası bu alışverişi yapmam mümkün olmayacaktı. 
Alışveriş süresi bitip herkes otobüse geri döndüğünde bu sefer meşhur bir çikolatacı ve tatlıcısına götürdüler bizi. Açıkçası çikolatacıdaki özellikle bebek çikolatalarının zerafeti ve yaratıcılığına hayran kaldım. Biliyorsunuz ki bizde “içine herseyin karıştırılıp şatafatının da bol olduğu şeyler için “Arap işi gibi “denir. Bir tek çikolatalarda o “Arap işi” durum yoktu. Hatta Avrupai diyebileceğim bir dizayn anlayışı vardı. Çikolatacının ardından gayet oryantalist bir tatlıcıya gittik. Bizim baklavalara ve burmalara benzeyen bir sürü tatlı. Bazıları kuru satılıyor. Bu tür uzak mesafe taşımalar düşünülerek yapılmış. Ben tattım ama almadım. Antakya’dan bugüne hala o kadar tok hissediyorum ki kendimi. 100 gün dayanacağını bilsem bile şu anda karnımın  tokluğu gözümü de doyuruyor ve bu otantik tatlıdan numunelik dahi olsa almamaya karar veriyorum. 
Son durağımıza gitmeden önce 1 saat serbest zamanımız var. Bizde Philippe ve Gress ile birlikte gitmeden son bir kahve içelim dedik. Lalique isimli bir kafede oturdum. Gerçi o kadar çok yürüdük ki sadece 15-20 dakika oturmaya vaktimiz vardı. Neyse ki o güzel kokulu ve tatlı kahveden içebildik. Yanında yine patchi çikolata verildi. Gres’e bu kahveden almak istediğimizi söyleyince son durağımızda bulabileceğimizi söyledi. Helli kahve deniyormuş. Burada Poyraz bizim fotoğrafımızı çekti.
Son durağımızdayız: Tembeller çarşısı. Gerçek adı:Al Halidiye. Tembeller Çarşısı adını bizim Türkler takmış. Nedenini çarşıya varınca anladım. Sakın yanlış anlaşılmasın. Ortada tembel olan tek bir satıcı bile yok. Bilakis herkes işinin başında. Burada her gün sebzeler taze taze ayıklanıp satılıyor. Torbalar içinde dolma yapmak için içi oyulmuş kabaklar , patlıcanlar, ayıklanmış bezelyeler var. 5 kiloluk ayıklanmış patlıcan ya da kabağı bizim paramızla 50 Ykr.ye almanız mümkün. Eğer 1 gün daha Antakya’da kalıyor olmasaydık kesin 1 torba patlıcan, 1 torba kabak alır dönerdim. Tembellik buradan alışveriş yapılan kadınlara atfedilmiş biz Türkler tarafından. Eminim bunu söyleyen Türklerin cinsi kadın olsa gerek. Bence buna tembellik değil sadece ve sadece pratiklik denir. Eğer bu çarşıdan bizde de olsa ve de bu fiyata; ben de kabağı, patlıcanı uğraşıp da evde oymam açıkçası. Bence bu işin içinde kıskançlık olduğu açık. Kadınlar da haklı esnaf da. Kocası bir oturuşta 10 dolma yiyen, en azından 3 çocuk olan kadın ne yapsın. Yoksa dolma yapacağı gün sabahtan akşama sebze kabak oyuyor olurdu. 
Çayımızı kahvemizi; Annemin Suudi Arabistan’dan getirdiği Rabea çayını bile bulup aldık. Poyraz’ın da sabahtan beri istediği “Pringles”ı da bulup kavuşturduk. Çok mutlu.
Akşam vakti oldu ama açlık hissi hala yok. Etrafta bizim dönerciler gibi yerler var ama etlerin sağlıklı olup olmaması bir yana yağı ve baharatı gider ayak dokunmasın diye almıyoruz. Onun yerine Poyraz’a muz ve süt aldık. Kendimiz de muz ve meyve suyu ile akşam yemeğimizi geçiştirdik. 
Yola çıkıyoruz. Saat 09:30.
Sınıra varmamız neredeyse gece yarısı. Freeshop’ta Arkan bana hayatında ilk defa parfüm aldı.😊 D&G Light Blue. Poyraz’a da çok istediği lego alındı. İkimizde Arkan’a koşup “Teşekkür ederiz.” diye sarıldık. 
Türk sınır kapısında Philippe yine sorun yaşadı. Gruptan birisi savcıymış. Bu sefer de onun yardımıyla içeri alındı. Normalde turistik süreyi geçirmiş. Öncesinde giriş çıkış yapıp süresini yenilemesi gerekiyormuş, neyse halloldu. 
Bizde de sorun çıktı. Ülkeden ilk çıkış esnasında benim pasaportumda yer alan oğlum için çıkış damgası meğerse atlanmış. Hal böyle olunca "Çıkmış gözükmüyor ki nasıl giriş yapalım" diye ayak diretiyorlar. Eksik olmasın savcı bey araya girdi. Dolayısıyla çıkarken atladıklarını kabul edip girişte de işlem yapmadılar. Görevli aynen söyle söyledi: Çocuk çıkarken çıkmamış, girerken de giremez”.Çok özlü değil mi!
Böylece çok sıra dışı bir sınır geçişi yaşamış olduk. Gördüğünüz üzere Dünyada bir Kraliçe Elizabeth bir de benim oğlum; sınır tanımaz bir şekilde gezebiliyor. 1 kereye mahsus olsa bile:) 
Sonunda Cilvegözü’nden gözbebeğimiz ülkemize giriş yaptık. Otelimize gelmemiz gene saat 01:00’i buldu.
20 Mayıs 2008 Salı (Antakya) 
DETAYLAR HAFTAYA CUMA 
21 Mayıs 2008 Çarşamba ( Antakya -İstanbul ) 
THY’nın Antakya'ya ilk direkt uçuşu başlatmasıyla hayat bulan seyahatimiz, bilet fiyatının yüksekliği sayesinde bize Suriye seyahatinin kapılarını araladı. İşte her işte bir hayır vardır buna denir herhalde. Bütçeyi ferahlatmak için geliş uçağını Adana üzerinden yapmıştık. Şimdi direkt uçuş kolaylığını dönüşte Antakya’dan kullanıyoruz. Öyle dolu dolu bir seyahat oldu ki! Antakya... Bu şehir için Suriye, özellikle de Halep gerçekten bir taş adımlık mesafe, tam anlamıyla komşu kapısıymış. Komşumuzla bu derece içli dışlı hasbihal halinde olduğumuzu bilmiyordum. Açıkçası çok hoşuma gitti. Aklımda hiç yokken gerçekleşen bir gezi oldu ve harikaydı.  
Şimdi bu seyahat sayesinde zihnimde yeni rotalar aralandı. Sıradaki tatil planım Ağustos sonu Trabzon’a uçup Eylül’de Gürcistan-Batum’dan dönüşü yapacağımız Doğu Karadeniz seyahatimiz.olacak THY’nin Batum uçuşu başlıyor. Yıllar yıllar var ki hep Karadeniz turu istedik ve kısmet oğlumuzun 6. yaşgünü imiş. Umarım ağız tadıyla keyifli bir tatil geçiririz. Yine baştan sona benim planladığım bir seyahat olacak. 







1 comment: