Friday 15 May 2020

LİTVANYA 🇱🇹 2010

4 ülkeyi kapsayan 2010 tarihli seyahatimizde, Letonya’nın ardından şimdi de Litvanya’dayız. 
21 Temmuz’da yola çıktık. Ben, eşim ve oğlum. Poyraz o sene ilkokul 2. sınıfı bitirdi. 
Kabaca programı özetleyecek olursam:
🇱🇻 Letonya-Riga, 21-22-23 Temmuz 
🇱🇹 Litvanya-Vilnius, Curonian Spit, Trakai, 23-24-25 Temmuz 
🇱🇻 Letonya (Litvanya dönüşü) 25-26 Temmuz 
🇪🇪 Estonya, Tallinn, 26-27-28 Temmuz 
🇷🇺 Rusya, St Petersburg ve Moskova, 28 Temmuz.- 1 Ağustos 
NEREDE:
Litvanya, Baltık ülkeleri olarak bilinen 3 ülkeden biri. Kuzey komşusu olan Letonya bu üçlemenin diğer ferdi. 3. Baltık kardeşi olan Estonya ile sınırı yok. Letonya, Belarus, Polonya ve Rusya ile komşu. Evet, yanlış okumadınız Rusya. Zira Rusya Federasyonu’na bağlı Kaliningrad, ülkenin güney batı komşusu. Bu kısımdaki coğrafi yapı anlatmaya değer. Aşağıdaki seyahat notlarımda buna daha geniş yer vereceğim. 
Litvanya, aynen Letonya gibi ülkemizle kıyaslandığında oldukça küçük bir ülke. Alan olarak bizim %10’umuzdan bile daha küçük. Nüfusu ise 3 milyonun altında. 
BAŞKENT: Vilnius 
KISA TARİHÇE:
Litvanya, 1569’da kurulan, içine Lehistan, Litvanya ve Prusya’yı da alan, dönemin önemli güçlerinden biri olan Lehistan-Litvanya Birliği’nin bir parçasıdır.  Çariçe II. Katerina zamanında birlik dağılır; Rusya, Avusturya ve Prusya arasında pay edilir. Litvanya’nın büyük kısmı ise Rusya’ya dahil edilir. Ülkedeki Rus egemenliği 1. Dünya Savaşı’na kadar devam eder. Savaş esnasında Alman işgaline uğrayan ülke 1918 yılında bağımsızlığını ilan etmekle birlikte II. Dünya Savaşı’nın bitimiyle de SSCB’ye dahil edilir. Gerek savaş esnasında Almanların özellikle Yahudi kökenli Litvanyalıların uğradığı soykırım, gerekse de Stalin döneminde Sibirya’ya gönderilen çok sayıda Litvanyalı nedeniyle ülke bir dehşetten öbürüne savrulur. 

1990’lara yaklaşırken Demir Perde sarsılmaya ve Baltık Ülkelerinde Sovyet baskısına karşı ses yükselmeye başlar. Özellikle 23 Ağustos 1989 tarihinde Litvanya, Letonya ve Estonya halkı el ele tutuşarak Tallinn’den Riga’ya oradan da Vilnius’u kadar 600 kilometrelik bir insan zinciri oluşturarak Dünyaya seslerini duyurur. Şarkı Devrimi olarak adlandırılan bu dikkat çekici girişimin ardında 11 Mart 1990 tarihinde Litvanya, SSCB'den bağımsızlığını ilan eden ilk Sovyet Cumhuriyeti olur. 
Bu etkileyici şarkıya Dünya da kayıtsız kalmaz. Litvanya 2004 yılında Avrupa Birliği’ne ve NATO’ya kabul edilir. 
YÖNETİM ŞEKLİ: Parlementer demokrasi, yarı başkanlık sistemi
DİL: Litvanyaca. Rusça da yoğun olarak konuşuluyor. 
DİN: Nüfusun yarıdan çoğu Hıristiyan, ağırlıklı olarak da Katolik
VİZE: Litvanya tıpkı Letonya gibi 2004 yılında AB üyesi oldu. Hal böyle olunca da Shengen vizesi gerekiyor.
PARA: AB kapsamında ortak para birimi Euroyu kabul edip kullanan bir ülke.
SEYAHAT GÜNLÜĞÜ
23 Temmuz 2010 Cuma 
Evet, nerede kalmıştık? Letonya yazımı okuyan vefakar ve çalışkan okuyucularım🥰 hatırlayacaktır. Bu dört ülkeyi kapsayan seyahatin günlük notları kayıp. Ne bilgisayardaki dosya ne de orijinalini bulunduran günlük... Burada okuyacaklarınızı, 10 yıl öncesinden aklımda kalanlar ve biraz da fotoğrafların yardımıyla hazırladım. Dolayısıyla diğer yazılardan alıştığınız o isim isim “nerede kaldık, yedik içtik” ve kuruşu kuruşuna “otel, kahve şu kadar” detayları burada olmayacak. Bu konuda geçici bir süre hizmet veremiyorum. 
Letonya’nın başkenti Riga’daki Avis ofisinden kiraladığımız otomobil ile Litvanya istikametinde güneye doğru yol almaya başladık. 
Riga’dan dosdoğru aşağıya indiğinizde😊 Litvanya’nın önemli şehirlerinden birisi olan Siauliai’ye ulaşırsınız. Yaklaşık 130 km.lik bir uzaklık. Zaten AB ülkeleri arasında seyahat ettiğimiz için sınır geçişleri son derece pürüzsüz. 
Siauliai şehrinde ziyaret hedefimiz Haçlar Tepesi. Seyahat için ilk araştırma yapmaya başladığımda burası ilk dikkatimi çeken yerlerden birisi olmuştu.
Tepe deyince aklıma Rio’daki o meşhur İsa Heykeli gelmişti ama burası tepeden ziyade tepecik ve hatta toprak yığını olarak tariflenebilir. Ülke dağlık olmayınca adamların kesif düzlüklerinin içinde garibim burası da “tepe” pozisyonuna terfi etmiş.                                            
                                                   
Bu bir tür açıkhava mabedine dönüşen mekanda, her tür malzemeden ve boyutta haçlar var. Arada İsa, Meryem ve Aziz heykelleri. Boyunlarında haç kolyeler...
Kafamda nasıl bir şey hayal ermişim onun kesin bir tarifi yoktu ama gelip gördüğümde bana huzurdan ziyade Omen tarzı korku filmlerini hatırlattığını söyleyebilirim. 
Bir diğer çağrışım da şu vampir filmlerinden biri çevrilecek ve burası da saldırı için kullanılacak cephanelik ana üssü gibi. 😊                                   
Burası zaman içinde o kadar çok adını duyurmuş ki Hıristiyanlık için bir hacı yeri haline dönüşmüş, Bizimkisi haliyle meraktan, turistik bir ziyaret ama diğer ziyaretçiler için maneviyatı yüksek bir nokta. 
Haç, form olarak şüphesiz dinsel bir ikon. Benim içinse hem “+” işaretini andırdığı için pozitif bir çağrışımı hem de küçük “t” harfine benzediği için adımın ve İngilizce seyahat anlamına gelen travel sözcüklerinin baş harflerini zihnimde titretiyor. Bu nedenle sempatim olan bir sembol. Haliyle de burayı tamamen bu çağrışımsal sebeplerle seçmiştim. 😊                
                                                 
200.000’den fazla haç bulunan bu noktada benim duam da haliyle bol bol, sağlık sıhhat içinde ailecek seyahatlerimizi sürdürebilmek üzerineydi.
Bu enterasan tepeciği ardımızda bırakıp bu sefer batıya, Baltık Denizi’ne doğru ilerliyoruz. İstikamet, yaklaşık 172 km ötedeki Klaipeda sahil şehri. 
Burası nihai hedefimiz değil, niyetimiz Curonian Spit adı verilen yarımadaya geçmek. Kısaca Spit olarak adlandıracağım yerleşim, çok ama çok ilginç bir yer. Zira tam 98 km boyunca Baltık Denizi üzerinde ana karaya neredeyse paralel uzanan bu yerleşim aslında iki ülkenin toprağı. İlki, yarımada özelliğini aldığı, anakara bağlantısı olan Kaliningrad ki burası Rusya Federasyonuna bağlı bir özerk bölge, ada gibi tamamen denizde bulunan diğer yarısı ise Litvanya’nın. 

Spit, yaz aylarında aynen bizim İstanbul’daki Büyükada gibi turistlerden ziyade zaten yerli halk için fevkaladesiyle popüler bir gezi noktası. 
                                       
Heyecan içinde, ucu ucuna günün son feribotunu yakaladık. Bir taraftan da bu yarımadayı meşhur yapan unsurları görmek için sabırsızlanıyoruz.
                             
Ada 98 km uzunlukta ve genişliği 4 km.den az. Dolayısıyla bir çok noktasında Ada’nın her iki yanını yanı iki tarafta deniz manzarasını görmek mümkün.
Adaya adım atar atmaz ilk dikkatimizi tıpkı bizim adalarımızda olduğu gibi evlerin güzelliği ve adanın yeşilliği çekti. Tek farkla mimari daha bir Kuzey ülkelerini andırıyor. Rengarenk boyanmıştı kulübeler, yemyeşil sokaklar, deniz ve az önce yağmur yağıp havayı temizlemiş duygusu veren o tatlı, güneşli gri hava...
                             
Ada UNESCO Dünya Mirası kapsamında. Buna sebep ise İngilizcede Dune adı verilen kum tepeleri. 
Ada’nın doğal olarak ziyaretçilerinin ilk uğrak adresi de dune bölgesi. 
                              
Öncelikle üçümüzün ayak fotoğrafını çektik. Bu poz bundan sonra tüm seyahatlerimizin vazgeçilmez ikonu oldu. Bir tür “ayakbastı😊” hatırası. 
                              
Ayakkabılarımızı elimize alıp bata çıka kumda ilerlemek, üzerimizdeki otomobil yorgunluğunu aldı. 
Litvanya’yı gezme fikrinden önce hayatımda hiç duymamış olduğum iki yer görmüş olduk bugün. Haçlar Tepesi ne kadar kasvetli ise burası o derece ruh açıcı, rahatlatıcı bir yer. 
                                    
Spit, her ne kadar yarımada olsa da bulunduğumuz yer itibariyle tamamen ada atmosferi hakim.
Hele o güneşli gri hava mükemmel. Evlere, ağaçlara, denize, teknelere, üzerimize adeta Tanrısal bir ışık düşüyor. 
                             
Hem içimizden hem dışımızdan “iyi ki gelmişiz. İyi ki gelmişiz.” diyerek ilerliyoruz. 
Hava kararınca o gece için otel rezervasyonu yaptırmadığımız kafamıza dank etti. İşte o zaman yer bulmakta bu kadar zorlanacağımızı hiç hesaba katmadığımızı farkettik. Resmen kapı kapı dolaştık, her yer dolu. Bunda tabii ki bizim adayı gezmek için Cuma akşamını seçmemizin de payı büyük. Zaten feribota da hem son anda hem de son araba olarak binmiştik. 
                              
Uzun aramaların ardından sonunda iki yer bulduk. Fakat biri çok lüks bir otel ve biz teknik olarak uyuyup, uyanıp yola çıkacağız. Şöyle sere serpe bir gün kalacak olsak “Sefam olsun!” diyerek kalınır ama şimdi yazık onca paraya. Diğer bulduğumuz yer ise Kamboçya Phnom Penh otelimiz kadar olmasa da yine de otel standartlarımıza göre normalde tercih dışı kalabilecek bir yer. Zaten otelde yer olması da durumu açıklıyor. Çaresiz gözümüzü kapar yatarız diyerek burayı seçtik. 🙁
Otel işini kafamızdan atınca hemen yemek yiyecek bir yer aradık. Restoranlar da çok sevimli, hangisini seçsek diye düşündük. Fakat...işte burada gördük ki restoranların bahçesinde yer alan tüm yeşillik, çalı, çiçek hepsinin üzerinde börtü böcek, örümcek... Özellikle örümcek ağları...Yoğum hem de çok yoğun. Jumanji filmi çekilecek gibi...
                                
Finlandiya’dayken doğanın dengesine müdahale etmemek için sivrisinek ilaçlama yapılmadığını deneyimlemiştik. Şöyle keyfimizce göllerin kenarında manzaraya karşı yemek yiyememiştik, ağzımıza burnumuza dolan sivrisineklerden. 
Burada şansımıza sivrisinek ya da havada uçuşup ağzımıza gözümüze girecek bir kanatlı yok. Fakat her taraf börtü böcek, tam belgesel tadında. 
Aynı durum odada da devam etti. Nereye baksak neyi kaldırsak orada böcek. Allahtan burayı eşim bulmuştu. Yoksa hayat boyu başıma kakardı.😊 
24 Temmuz 2010 Cumartesi
Sonuçta, bu doğal yaşam oteli de hatıralarımızda gülümsemeyle yerini aldı. 
Sabah bu sürprizli adada, ışıl ışıl güneşin altında kahvaltımız yaptıktan sonra biraz daha ada ve deniz havası almak için kumsala yürüdük. 
                                     
Denizin rengi bulanıkla karışık karanlık bir renk. Bizim alıştığımız Ege, Akdeniz ile alakası yok. Ne yapalım garibim Litvanyalılar da ellerindekinin keyfin, çıkarıyor. Çoluk çocuk kumsal dolu. Yüzenler, güneşlenenler, kumsal yürüyüş yapanlar... Sonuçta burası onlar için bir tür Bozcaada. 
Bu tatlı huzur adasında tadımız damağımızda kalmış bir şekilde önce feribotla Klaipeda’ya geçtik, sonra da 308 km uzaklıktaki başkent Vilnius’a doğru yola revan olduk.  
Riga’yı şehir olarak çok sevmiştik. Vilnius da aynı şekilde çok güzel. Hatta kıyasla hem daha gösterişli hem de daha zarif diyebilirim.
 

Hele de ana meydan kısmı göz alıcı. 
Eski şehir ve özellikle de Gate of Dawn yani Şafak Kapısı bölgesi ve sokaklarında gezmeye bayıldım.
 
KGB Müzesi ve Soykırım Müzesi, geçmişin izlerini görmek isteyen müzeseverler için önemli adreslerden ikisi.
Şehir haliyle Katolik Hıristiyan bir ülkenin başkenti olarak azizlere adanmış bol bol kilise ile dolu. 
Benim en çok meftun olduğum ise Vilnius Katedrali oldu. Size adeta Roma’daymış duygusu veren mimarisi ile katedral müthiş etkileyici.
Daha etkileyici olan ise gün boyu katedral çevresinin dinamizmi. 
Burası aynı zamanda bizim Taksim Meydanı gibi bir buluşma noktası. 
Her telden, her cinsten ve milletten, şekil şemal içinde insana rastlamak söz konusu. 
Katedral ve civarının gündüz temposuna zaten aşık olmuştum, gecesine ise büyülendim. 
Bugüne kadar gezdiğim yerler içinde en güzel gece ışıklandırmasına sahip bina ve şehirlerden birisi burası oldu.


Öyle tatlı, öyle huzurlu bir ışık yayılıyor ki! Sanatsal, zarif bir ışık.
Gündüz sokakları dolaşırken bir müzik sesi kulağımıza çalındı. İç avlulu bir mekanda bir tarafta orkestra bir tarafta danseden insanlar. Belli ki konserin bizim gibi konukları bu dansedenler. 

  


Bayılıyorum böyle spontane, karşımıza çıkıveren güzelliklere, sürprizlere.
Malum bundan 10 yıl öncesinde, seyahat etmek isteyenler için kaynak sınırlı. Biz en klasik olan kaynaktan ilerliyoruz, yani kitaplardan. Lonely Planet bu konudaki en temel referans noktamız. O seyahat için de bir tane aldık. Gezdiğimiz yerleri kimi zaman evvelinde kimi zaman olay yerinde inceliyor, okuyoruz. 
Şimdi geçmiş zaman hafızam beni yanıltıyor da olabilir ama en azından yanılma şansım %50. Lonely Planet, şehirde yapılacak aktivitelerin başına “People watching”i yani insanları izlemeyi koymuş. Ben hem Riga’da nem de Vilnius’ta TV izler gibi sokağı, insanları izlemiştim. Tam da bu bakış anında okumuştum bu satırları ve çok gülmüştüm. Sonuç olarak her iki şehir için de geçerli olan bir ifade. Letonya’da kızların daha göz alıcı olduğunu hatırlıyorum. Vilnius’ta ise sokakların daha dinamik olduğunu.
25 Temmuz 2020 Pazar 
Şimdi ise istikamet Trakai. Yol çok kısa, sadece 27 km. güney batıda. Litvanya ön araştırmam esnasında en çok karşıma çıkan görsellerden birisi buraya aitti.
Göllerin içinde masal şatosu gibi yükselen kiremit renkli bir kale. 

 

Karadan kaleye ulaşım için sadece yayalara ayrılmış bir köprü yapılmış. O yolun neresinden bakarsanız bakın şahane bir manzara görüyorsunuz.
Gölün kendisi de bir aktivite kaynağı. Yüzmek, kano yapmak ya da deniz bisikleti ile dolaşmak mümkün. 
Buranın güzel bir kartpostal resmi olmasının ötesinde bir anlamı var bizler için. İsmi ilk duyduğumda bana Trakya sözünü çağrıştırmış ve bir bağlantı olabilir mi acaba diye düşündürtmüştü. 
Trakya değil ama Türkler ile bir alakası çıktı, Karay Türkleri ile. Bazı kaynaklarda Karaim Türkleri olarak da geçiyor. Şimdi okuyacağınıza şaşırabilirsiniz. Karaköy’ün adının Karay Köy’den geldiği gibi mesela... Bunlarla ilgili en ilginç bulacağınız ise muhtemelen Müslüman değil Yahudi olduklarıdır. ( Yılar sonra Moldova içindeki Gagavuzya özerk bölgesinde de Hıristiyan Türkler yaşıyor.) Yahudiliği uygulama pratikleri farklı olduğu için Karayların Yahudiler tarafından çok kabul görmediği yazıyor bazı kaynaklarda. Karaylar Tanrı için Tengri sözcüğünü kullanıyor. Adetlerinin içinde hem Müslümanlık hem de Şamanlıktan esinlenen pratikler var. 1300’lü yıllarda vakti zamanında Kırım’a yerleşmiş Karay Türkleri bazı ayrıcalıklar da verilerek Trakai’ye yerleştirilmiş.

Bu kartonettekilerin sunduğu börekten yedik. Karay Türklerine özgü bu böreğin adı Kıbın. 
Trakai’de ana gezi noktası Trakai Adası Kalesi.
Kalenin görüntüsü dizi film seti gibi oldukça etkileyici. 

Poyraz, kalenin içinde ilk okçuluk deneyimini gerçekleştirdi.
Ayrıca dönemin işkence aletleri oğlumun geniş hayal dünyasında bir oyuncağa dönüştü, “savaşma sadece oyna” versiyonu şeklinde.😊
Sonuçta çocuk için gördüğü her şey bir oyuncak.
Top tüfek alet edavat ne varsa hepsine tırmandı, ne kadar köşe dip bucak varsa yürüdü, hopladı, zıpladı, adım atılmadık yer bırakmadı. 

Kale o kadar güzel ki! Büyüklüğü de kıvamında. Ne “Bu kadarcık mı” dedirtecek kadar küçük ne de suyunuzu çıkartacak kadar büyük. 
İçinde bir de müze var. 
Bir tepe, bir ada, bir başkent ve bir kale gezdiğimiz bu güzel, insanı yormadan gezdiren ülkede bize ayrılan sürenin sonuna geldik.
Baltık üçlemesinin son elemanı Estonya’ya geldi sıra. Biz en güneydeki elemanda olduğumuz için bir kez daha Letonya’ya girip çıkacağız.
Aşağıdaki fotoğrafı görünce aklıma geldi. Litvanya'da kehribar işi takı ve objelere sık sık rastladık. Hatta şu fotoğraftaki kirpiyi ve magneti alıp eve getirdik. 

Yolumuz uzun, daha doğrusu kıyasla uzun. 600 km. İçinden 3 ülke ve başkent geçen bir rota. Şarkı Devrimi’nin rotası. Biz de arabamızda güzel bir şarkı açıp ilerliyoruz.
Bu sefer Riga’ya uğramadan farklı bir rotadan Letonya’yı göreceğiz.
Haftaya Estonya’da görüşmek üzere. 👋

No comments:

Post a Comment